Salı, Aralık 26, 2006

mutluluğun keşfi

Hani bazı insanların hayatlarında bir dönüm noktası vardır ya, bir çok şeyi değiştiren, artık bir çok şeyin eskisi gibi olmayacağı ya da eskisinden daha iyi olacağı… işte o dönüm noktasının geldiği an aslında çok küçük ama çok anlamlı bir olaydı benim hayatımda.
Bundan yaklaşık bir buçuk yıl öncesiydi, hepimiz körpecik gençlerdik; hayata adım atabilmek, kendi ayaklarımız üzerinde durabilmek adına çaba gösterdiğimiz günlerdi o günler. Antakya’ daydık, kendi şehrimizde, aylardan Haziran, en sevdiğim ay. Artık yazın o sımsıcak, hareketli günleri başlamış, Haziran’ın büyüsü hepimizi sarmıştı. Bizler, altı kafadar, beşimiz erkek, birimiz kız hep birlikte arkadaşımızın evinde toplanmaya karar verdik. Günlerden sekiz haziran, aynı zamanda benim doğduğum gün, amfi tiyatroda Leman Sam konseri verilecek ve hepimiz onu arkadaşımızın son kattaki evlerinden, en tepeden izleyecektik. Her şey kararlaştırılmıştı, telefon geldi, arayan bir başka arkadaşımdı, benim en kadim dostum. Doğum günümü kutladı ve Leman Sam konserine iki bilet ayarladığını söyledi; çok sevindim ama gelemeyeceğimi, başka arkadaşlarıma söz verdiğimi söyledim. Akşam oldu, hepimiz toplanıyorduk yavaş yavaş. O gün benim doğum günüm ama kimseden çıt yok, tabii benden kaçmaz, seziyorum olacakları ama rol yapıyorum. Canlarım, benden saklamak adına çırpınıp duruyorlar, gördükçe içim sıcacık oluyor. Sonunda o an geliyor, içeri giriyorum. Her şey bildik sürpriz doğum günü partisi tadında ama o an benim bile tahmin edemeyeceğim duygular beliriyor içimde, tarif edemeyeceğim duygular. Mumları üflüyorum, arkadaşlarım bana sımsıkı sarılıyor, ben de onlara. Sıcacık, içtenlikle, bütün temizliği ve güzelliğiyle sımsıkı sarılış… sıradan bir doğum günü partisinde işte bu sarılış benim hayatımdaki dönüm noktası oluyor. Aslında ne kadar mutlu olduğumu ama bunu hiç de fark edemediğimi anlıyorum. Mutluluğun yolunun sadece insanın en yüce duygularına sahip olmakla elde edileceğinin farkına varıyorum.
Mutluluk aslında çok küçük şeylerde saklı ve biz bu çok küçük şeylere o kadar çok sahibiz ki. Yeter ki farkında olabilelim, yeter ki yetinmesini bilebilelim.
Artık mutluyum diyebiliyorum rahatlıkla, sıkıntıda olsam da, dertsiz olsam da. ölene kadar da mutlu olacağıma inanıyor ve öyle umuyorum.

Pazar, Aralık 17, 2006

yağmur, seni o kadar çok özledim ki...

Cuma, Aralık 15, 2006

isyan

o kadar dalgınlaştım ki, artık selam veren insanların selamını görüp de alamayacak duruma geldim. birisi bana gülümsüyor, mahkeme duvarı gibi yüzüne bakıyorum, geçip gittikten sonra kafama dank ediyor. sonra da yanlış anlamadığını umarak yoluma devam ediyorum. kendimi çok yıprattım ben, artık pilim tükeniyor sanırım. bugün her şeyin haddini aştığı bir gündü. galiba artık pes ettim ben. ne olacak bilmiyorum ama iyi bildiğim bir şey var, o da iyi olmadığım. galiba dinlenmem ve kendimi toparlamam gerekiyor. insanları makine zanneden bir takım kişileri de kınıyorum. "gerekirse uyuma" diye sözde öğüt veren bu insanlar için de ne olursa olsun artık, ben itibarımdan vazgeçmeye hazırım diyorum buradan. sorun her şeyi gözümde büyütmemse ve ben bunun aksini başaramıyorsam, evet başaramıyorum ne olacaksa olsun diyorum.

ama başaracağıma olan inancımı da hiç yitirmiyorum.

Pazartesi, Aralık 11, 2006

halet-i ruhiyem

isyanlardayım dersem yeridir herhalde. aslında o kadar da abatmamak lazım ama kendime göre halim biraz içler acısı. bu aralar kafama en çok taktığım şeylerden birincisi derslerim, ikincisi ise kitap okuyamamam.
yazın sabah kahvaltıdan sonra elimde çayımla bahçemizin en güzel köşelerinden birine koyduğumuz eski usül divanımıza kurulur, o sabah serinliğinde bol kuş,börtü,böcek sesiyle kitap okurdum doya doya. ara sıra arkadaşlarım bu geleneğimi bozsa da eğer o sabah evdeysem bunu mutlaka yapardım. kedimiz ise her zamanki gibi ağaca çıkar,hemen yanıbaşımda ben kitap okurken beni süzer,hiç sesini çıkarmazdı.

bu hafta benim için bayağı yoğun geçecek gibi gözüküyor,tabii eğer gerçekten bunu başarabilirsem. çalışmak her zaman severek yaptığım bir iştir,boş durmayı sevmem ama aşırı yoğunluk insanı bir yere kadar dik tutuyor. bir noktadan sonra rahat bir nefes almak ihtiyacı duyuyorsunuz.

şu yoğunluğum bir azalsa,her şey daha güzel olacak galiba.

Cuma, Aralık 08, 2006

planlanmamış

Planlanmamış seçimim olabilirsin sen
Yaşamımı genişletilmiş yaşamam için
Her zaman seveceğim tek kişi olabilirsin sen
En derin sorgulamalarımı dinleyen tek kişi olabilirsin
Her zaman seveceğim tek kişi olabilirsin sen

Olabileceğim en kısa sürede yanında olacağım
Ama yaşamın daha önceden sahip olduğum kırık parçalarını onarmakla meşgulüm

Önce meydan okuyan kişi vardı
Tüm düşlerime ve tüm dengeme
O asla senin kadar iyi olamadı

Planlanmamış seçimim olabilirsin sen
Yaşamımı genişletilmiş yaşamam için
Her zaman seveceğim tek kişi olabilirsin sen

Olabileceğim en kısa sürede yanında olacağım
Ama yaşamın önceden sahip olduğum kırık parçalarını onarmakla meşgulüm.

Senden önce.



Unintended
By Muse

Çarşamba, Kasım 29, 2006

sıcak çikolata

iki gün önce öğleden sonra arkadaşımla rastlaştım sokakta, kitapçıya gittiğini söyledi, yeni çıkan bir kitabı alacakmış, bana da gelmemi söyledi ve gittik. zaten en zevk aldığım şeylerden birisi de kitapçıya gitmektir. arkadaşım aldığı kitaptan bir tane de bana aldı hediye niyetiyle. tam ağzımı açmış teşekkür etmeye hazırlanırken beni susturdu ve " teşekkürünü duymak istemiyorum, ne zaman bu kitabı okur bitirirsin, o zaman bana teşekkür etmiş olursun." dedi. böyle demesinin sebebi ise belliydi, son zamanlarda fazla kitap okuyamadığımdan. bundan sürekli şikayet ettiğimi biliyordu, o kadar yoğun bir dönemden geçiyorum ki, kitap okumayı bırakın gazete bile okuyamadığım aşikar. o kadar çok özledim ki şöyle rahat kafayla kitap okumayı, sabah kahvaltısından sonra elime gazete alıp karıştırmayı, köşe yazarlarını okumayı. geçen seneyi hatırlıyorum da, anneanemlere gitmiştim, akşam on bir gibi sıcak çikolatamı hazırlayıp yatağıma geçer doya doya kitap okurdum. beş altı tane kitap almış ve dizmiştim yatağımın yakınına, hepsini okumak için can atıyordum. arkadaşım telefondan mesaj atmıştı, şu kitabı okudum, muhteşem bir şey, hemen bugün al diyordu, hala saklıyorum o mesajı telefonumda, silmedim. geçen yaz gittiğimde o kıştan kalma sıcak çikolata paketlerini gördüm, bitmemiş iki üç tane kalmış, kimse de içmemiş.
özledim, hem de çok özledim; kitap okumayı da, anneanemi de.

Pazar, Kasım 26, 2006

susamak istiyorum

Kışın gelmesiyle birlikte bende bir susamak özlemidir başlıyor, su içmeyi özlüyorum, hem de çok. Bazen kana kana su içesim geliyor şöyle. Bazen işime gücüme dalmışken birden fark edince ciddi anlamda susadığımı, öylesine seviniyorum ki, zevkle su içebilecek olmanın keyfi başlıyor bende. Hemen mutfağa gidip şöyle damak tadıma uygun soğuklukta güzel mi güzel suyumu içiyorum ve küçük de olsa mutlu oluyorum.
Niye bu kadar susamayı özlediğimin ve niye bu kadar az su içtiğimin sebebi ise bol miktarda tükettiğim çay, kahve, salep gibi sıcak içecekler. Sabah kalkıyorum, önce kahvaltıyla içtiğim çay, ardından mutlaka kahvaltı sonrası çayı, en az bir bardak. Sonra ilk ders arasında içtiğim kahve var, mutlaka sade olacak. Daha sonra öğlen yemeği arasında içtiğim kremalı kahve var. Bazen arkadaşlarla ya da hocalarımızla içtiğimiz çaylar oluyor. Sonra ya beş çayı, ya da akşam çayı. Akşamları yorgunluğumu alması ya da uykumu kaçırması için içtiğim kahve ya da uykumu getirmesi için içtiğim salebi de eklersek bir günüm tamam olur. Bu kadar çok tüketilen sıvının üstüne su içmek biraz zor oluyor doğal olarak. Sonra da susayınca böyle mutlu oluyorum işte.
Salep dışında pek de faydalı şeyler tüketmediğim açık olsa da ben onlarla mutluyum, onlar benim sıkıntılı ya da mutlu anlarımın küçük boşluğunu dolduran vazgeçemediğim şeyler, benim küçük mutluluklarımın birer parçası. Keyif alıyorum onlarla geçirdiğim anlardan. İçmek için değil, keyif alarak, haz alarak içerim çayımı, kahvemi. yalnızlığınızı, sıkıntınızı, yorgunluğunuzu; mutluluğunuzu, keyfinizi paylaşan, sohbetleri koyulaştıran, samimiyeti arttıran en güzel araç bence.

Gidip bir kahve içeyim bari.

Salı, Kasım 14, 2006

hasta oldum, mutluyum

bazen hasta olmak da çok işe yarıyormuş meğer.
haftasonu soğuk algınlığı geçirince ne ders çalışabildim ne de işe yarar bir faaliyet gösterebildim. evin içinde oradan oraya dolanıp durdum, ilaç saatinin gelmesini bekledim. çabuk iyileşeyim diye ilaçlardan ikişer ikişer aldım. televizyonda da doğru düzgün bir şey yoktu zaten, bol bol oturdum, yattım. neticede ne stres kaldı ne tasa. malum, haftaya sınav var, onun telaşı içerisindeyken hastalıka birlikte hepsini unuttum. iki gün hiç bir şey düşünmemek beni oldukça rahatlatıp dinlendirdi. stresim, korkularım bariz bir şekilde azaldı. ne güzel dedim içimden, hasta olmak beni iyileştirdi. hasta olarak iyileştim yani.
eh, ne ala.

Cuma, Kasım 10, 2006

soğuk havalar, sıcak duygular

Geçen kışı hatırlıyorum da, ne kadar soğuk olmuştu. Sabah saatlerinde Antakya’dan Ankara’ya giderken Gölbaşı’na vardığımızda otobüsün termometresi -15 gibi bir rakamı gösteriyordu.Otogara geldik, hava merkezde daha sıcaktı: sadece -9 derececik! Sabah saatin yedi buçuğu, metroya binip Kurtuluş’ ta indim, Ankaralılar işine, okuluna gidiyordu yavaş yavaş. Bense sığınacak sıcak bir yuva istercesine inliyordum. Öyle ki buzda kayıp düşmemek için önüme bakıp dikkat mi edeyim, yoksa kurşun gibi yüzümü delen soğuğa karşı yaşaran gözlerimi mi sileyim! Ankaralılar bilir, Kıbrıs Caddesi yokuştur bir de, bu yüzden iki kat dikkat ister orayı tırmanmak. Eve kendimi zor attım, arkadaş da sağolsun, sözde erken kalkıp bana kahvaltı hazırlayacak. Kapıyı çaldım ki uykulu gözlerle karşımda, türlü özürler dilerken ben içeri girdim, ellerimi peteklere yapıştırdım. Ardından güzel mi güzel bir kahvaltı, sıcacık çay. Bu arada dışarıda da kar başlamıştı. O kahvaltıyı hala unutamıyorum, tadı çok başkaydı.
O gün sürekli kar yağmıştı ama ertesi günü hava açtı. Tabii bu daha soğuk olacağı anlamına geliyordu. Pencerenin yanında unuttuğum beremin üstü buz tutmuştu, odanın içindeki bere de donmuşsa ne kadar soğuk olduğu gayet açıktı, hayret etmiştik. Okuldan gelirken Kıbrıs Caddesi’ ne saptık, hava buz. “hadi yazı hatırlatacak şarkılar söyleyelim.” dedim arkadaşıma, başladık düşünmeye. Aklıma geldi bir tanesi: Bodrum, Çeşme, Kaş; aşk, aşk, aşk… başladık söylemeye. Az da olsa içimizi ısıttı şarkı, iyi geldi.
Şimdi düşünüyorum da, soğuk da olsa, sıcak da olsa, önemli olan her anın tadına varabilmek. Ne kadar da hoş günlermiş aslında, insan geçip gidince anlıyor kıymetini. Madem öyle, şikayet etmemek gerek soğuktu, sıcaktı diye. Bunlar hayatın küçük cilveleri aslında, şikayet edersin ama şikayetin içinde bile bir haz gizlidir, şikayet etmek hoşuna gider bu anlamda.
Kalpler sıcak olsun,duygular samimi olsun yeter, her türlü soğuk vız gelir.

Perşembe, Kasım 02, 2006

imdaat!

stresten boğulmak üzereyim ve elimden gelen başka bir şey yok. dersler üstüme üstüme geliyor, ben bir yandan halletmeye çalışırken bir yandan da onlar hızını arttırıyor. onlar motosiklet, bense bisiklet. geçmek için elimde sacece akıl var, problemse büyük:bisiklet motosikleti geçmeli ama nasıl? hadi çık işin içinden.

pazartesiye kadar yaşarsam benden iyisi yok. son isteğim: imdat!

Çarşamba, Ekim 25, 2006

pastırma yazı ve bayram

Hava dışarıda o kadar güzel ki, Pazar gününden beri kısa kollarla rahatça dolaşıyor, belki de son sıcakları yaşıyoruz Antakya’da. Buna geceyi de dahil edebiliriz rahatlıkla. Hani pastırma yazı derler ya, işte ta kendisi. Geçen sene Ankara’dan geldiğimde yağmur çoktu, arkadaşlarımla ıslanmıştık bile ama üşümemiştik hiç. Bugün bayramın üçüncü günü ve ben hala kimseyi dolaşmadım. Birinci günü evimize adeta bastıran misafirleri ağırlamakla geçirdik, öyle ki beş ailenin birlikte bahçemizde oturduğunu ve sandalyelerin yetmediğini söyleyebilirim. Ne güzel, böyle dolu dolu bayram geçirmek ayrı bir keyifli oluyor. kimsenin evinden misafir eksik olmasın ve bu bolluk hep sürsün inşallah. İkinci gün, yani dün sokaklarda aylak aylak dolaştık durduk arkadaşlarla. Gece gündüz sokaklar cıvıl cıvıldı, her taraf genç kaynıyordu. mekanlar dolup taşıyordu, acıkmıştık ama muhabbet koyu olunca beklemek fazla sabırsızlandırmadı bizi. Akşam da şehri arşınladık, uzun zamandır profiterol yemiyordum, yemiş oldum. Bugüne gelince, sabahtan beri boş işlerle uğraşıp durdum, şimdi ziyaret zamanı. Çıkıp dostları ziyaret etmek lazım artık. Biraz yorulacağım ama buna değer sanırım. Hem bayram şekeri almak konusunda oldukça hevesliyimdir. Hiç çekinmeden şekerimi istiyorum ben, hem ne var bunda, değil mi? “şekerimiz nerede?” gibisinden bir görgüsüzlük yapmıyorum tabii, şeker verelim dedikleri zaman hemen atlıyorum, o kadar. Ayrı güzel bir tadı oluyor bu şekerin, yoksa markette şekerden, çikolatadan çok ne var?

Neyse, şimdi gitme zamanı. Hava da süper, oh derim, ne derim ki daha fazla.

Cuma, Ekim 13, 2006

...

Bundan beş altı yıl önce lise yılarımızda büyük bir Hugh Grant hayranlığı vardı bizde. Biz dediğim, ben ve dost diye tabir ettiğim üç kız arkadaşımdı. Notting Hill filmiyle başlamıştı hayranlığımız. Yakışıklıydı Hugh, tabii burası beni hiç ilgilendirmiyordu ve aslında kızları da hiç ilgilendirmiyordu. Onu bu kadar sevmemizin nedeni filmdeki muhteşem kişiliğiydi. Küçük bir kasabada yaşayan sıradan biriydi o rolde, sevdiği kadınsa dünyaca ünlü bir yıldız. Ama aşk engel tanımamıştı işte. Ve böylece Hugh hepimizin gönlünü çalmıştı. Kızların romantik prensiydi o, erkeklerin de idolü. Artık her filmini gözlemeye başlamıştık. Fazla sürmemişti zaten bu gözleyiş, bu sefer gönüllerimizin kahramanı Bridget Jones’ Diary ile karşımızdaydı. Hugh bir kez daha fethedecekti kalbimizi, öyle düşünüyorduk. Ama öyle olmamıştı, bu filmde aldatan adamla karşımızdaydı Hugh. Tam bir hayal kırıklığıydı bu bizim için. Romantik prens gitmişti, o iyi kalpli insan şimdi nefsani duygularına aldanacak kadar zayıf karakterli birisi olmuştu. Yaptığının hata olduğunu anlamıştı, her şey yeniden düzelebilirdi ama biz onu affetmemiştik; çünkü artık yeni bir prens vardı karşımızda: Colin Firth. Beyaz atıyla gelmiş, aşkı için savaşmıştı ve Hugh ona yenilmişti. Bizse onu sonuna kadar desteklemiş, film bittiğinde de sevinçle ayrılmıştık koltuklarımızdan.Hugh yenilmişti, biz seviniyorduk ve artık onun değil de Colin’ in filmlerini gözler olmuştuk. Hugh yeni filmi “About a Boy” ile boy gösterdiğindeyse filme gitmemiştik bile. Haberini hevesle söylemiştik birbirimize, kalbimizde eskisi kadar olmasa da bir heyecan kıpırtısı belirmişti.
Yıllar geçti işte, şimdi hala birlikteyiz ama ne Hugh kaldı muhabbetlerimizde, ne de Colin. Ama bir şeyden eminiz ki, biz hala ikisini de çok seviyoruz.
En önemlisi de şu ki, biz hala o eski dostlarız.

Cuma, Ekim 06, 2006

şaka

Büyük bir salondaydık hepimiz. Kimimiz birbirimizi tanıyorduk ama parmakla sayılacak kadar azdık. Meraklı gözlerle herkes birbirini inceliyordu, tabii ben de. Tam karşımda biri oturuyordu ama biraz uzağımdaydı, seçemiyordum yüzünü. Mum gibi olmuş oturuyordu, haline duruşuna bakılırsa uyuzun tekiydi. Çevirdim başımı başka şeylerle ilgilenmeye başladım. Nedendir bilinmez, gözüm yine o tarafa kaydı, ona baktıkça sinirim artıyor, ona karşı içimden hiç de hoş olmayan duygular yükseliyordu. Seçemiyordum gözlerini, sanki bana bakıyordu, böyle düşündükçe iyice sinir oluyordum. Sonunda başka şeylerle ilgilenmeyi başardım. O gece bitmişti, ondan kurtulmuştum ama şimdilik. Başka günlerde ve başka zamanlarda yine çıkıyordu karşıma. Aslında o gece göründüğü gibi hiç de uyuz birisi değildi, uyuz olsa iyiydi, hali ondan daha da beterdi, tam bir fırlamaydı. Her taşın altında çıkıyordu karşıma, o çıktıkça ben daha sinir oluyordum. Ama sonra öyle bir an geldi ki tanıştık onunla. İlk izlenimlerimi hatırlamıyorum ama sonraki izlenimlerim beni büsbütün şaşırttı, kendimle çelişmeye başlıyordum. O gıcık, uyuz, bela insan şimdi tam tersi birsi oluyordu içimde. Hayret ediyordum kendime, nasıl olabildi böyle bir şey diye. Öylesine kaynaştık ki birbirimizle, artık her akşam kahvelerimizi birlikte içiyor, uzun uzun sohbetler ediyorduk. O beni dinliyordu, ben de onu. Gecenin üçüne kadar tiyatro çalışıyorduk, daha doğrusu o çalışıyordu ben de ona yardım ediyordum. Ben Casius oluyordum, o ise Brutus, böylece akıp gidiyordu saatler.
Nefret ettiğim bir insan en iyi, en yakın dostlarımdan birisi olmuştu. Hayat bazen bize ne güzel sürprizler hazırlıyordu. Kötü gibi gözüken ama çok güzel bir şaka gibiydi her şey. Keşke hayat bize hep böyle şakalar yapsaydı.

Cuma, Eylül 29, 2006

melankoli

Sabah kalktığımda havada bulutların kol gezdiğini görmek ya da gece yağmurun sesiyle uyanmak beni ne kadar hoşnut ediyor bilmiyorum.güne capcanlı bir şarkı söyleyerek başlamak yerine melankolik bir melodiyi bütün gün mırıldanıyor, büsbütün melankolik halimi sürdürmek niyetiyle salıveriyorum kendimi zamana. Bir gün neşeli oluyor ve etrafıma neşe saçmak için çabalıyorum; ama hiç kimsenin bunu kaldıracak takati olmadığını görüyorum. Gülüyor, şakalaşıyorum ama karşımdaki en samimi insan bile bana yetişmekte gecikiyor, sonra da gülüşüm havada kalıyor ve ben de pes ediyorum. Belki de bu yüzden bir sonraki gün durgunlaşıyorum, tıpkı sonbahar gibi. Yağmur hem dışarıda hem de içimde yağıyor sanki. Islak sokaklarda dolaşıp bir şehrin kaldırımlarını aşındırırken attığım her adımın hesabını veriyorum kendime. Düşen her damla yere çakılıp zıplıyor, sular birikip birikip saçaklardan aşağı boşalıyor. Arabaların cam silecekleri durup durup çalışıyor, bazen durmayı da unutuyor. Bir kız geliyor karşıdan, rüzgar saçlarını okşuyor, kokusunu alıp uzaklara, çok uzaklara taşıyor. Belki bir seveninin yüzünü yıkıyor kokusu, ama bunun ondan haberi bile olmuyor, olsa kim bilir ne kadar mutlu olacak.bütün bunlar olurken eve geliyorum, açıyorum müziği, en melankolik seslerden en melankolik şarkıları dinliyorum. Bazen eşlik ediyor, bazen de susuyorum. Yatağıma geçiyor ve yarının nasıl olacağını kestirmeye çalışarak uykuya dalıyorum.

Pazartesi, Eylül 18, 2006

öylesine

Masamdayım, fonda tatlı tatlı söylüyor The Beatles. Yazı yazmaya karar verdiğimde bir sürü şey geçiyordu aklımdan, heyecanlandım sonra, masamı topladım daha bir telaşla. Sonra başka şeyler geldi aklıma, başka şeyler döküldü çizgili kağıda. Sonra durup düşündüm, düşünürken hem müziğe kulak verdim hem de karşımda duran yığınla kitaba baktım. Gözümde büyüdükçe büyüdüler, dev bir buz dağı gibi oldular. Soğuk geldi aklıma, güzel bir şehir geldi gözümün önüne, belki Beyoğlu’nun güzel sokakları, belki insan kaynayan Kızılay ya da belki sıradan bir şehrin en önemli caddesi.
Tatlı bir şarkı daha belirdi fonda, unuttum hepsini. “ah sevgilim, lütfen inan bana, beni bırakırsan sensiz yapamam.” dedi The Beatles. İçim ısındı, sıcacık oldu. Unutmak istedim hepsini, unutamadım. Beni bekliyordu hepsi; ıslak kaldırımlar, kalabalık, bir fincan kahve ve kitaplar.
Bıraktım düşünmeyi, sonra da yazmayı.

Pazartesi, Eylül 11, 2006

gizliler

Ne zamandır ismini övgülerle duyduğum Pinhani ile sonunda tanıştım tatildeyken. Televizyonda klibi dönmeye başladığında fazla önemsemeden dinlemeye başladım ama şarkı ilerledikçe dikkatimi çekmeye başladı ve bittiğinde ben şarkının esiri oldum adeta. Sonra da Pinhani diye sayıkladım günlerdir.
şuradan siz de dinleyin ve tanıyın diyorum ben. Sadece bu şarkısı değil diğerleri de harika. Belki beğenir ve albümü de alırsınız.

Salı, Eylül 05, 2006

iş başına

sonunda Eylül geldi çattı. geçen sene bugünlerde Ankara' da üniversite kayıtları için uğraşıyordum, üstünden koskoca bir yıl geçmiş, ne garip. hava ne kadar da soğuktu, bense bir Akdenizli olarak nasıl geldim tahmin edin. arkadaşım kazak verdi de öyle çıkabildim dışarı. sonra da eve dönünce sıcağın kıymetini belki on kat daha anladım. okuldan bir arkadaşım "belliydi Akdeniz' den geldiğin, ayağında sandaletlerle görünce garipsemiştim seni." demişti bana.
şimdi bir koskoca yıl daha bitecek ardı ardına ve bir bakacağım yıllar geçmiş gitmiş ve ben mezuniyet törenindeyim.
bu sene yoğun bir çalışma temposuyla karşı karşıyayım, şimdiden tırsıyorum doğrusu. hani vardır ya bazı insanlar, sanki sanarsınız ki sadece ders çalışmak için, bilim için yaratılmış; onlardan başka herhangi bir şeyi esaslıca yapmasını bekleyemezsiniz, işte ben öyle değilim, olmak da istemem, zaten kimse istemez. ders önemli ama ders dışında da önemli şeyler var, değil mi?
her fırsat bulduğumda buraya yazacağım, özellikle de Pazartesi günleri. çünkü o gün ders dışında her şeyi yaptığım gündür, yani kendi tatil günüm.

Pazartesi, Ağustos 28, 2006

gün batımı ve hayatın güzelliği

Ovanın ortasında gidiyoruz, sağımda ve solumda alabildiğine uzanan tarlalar, önümde kıvrıla kıvrıla ilerleyen tali yol. Eski bir Mercedes’ in içindeyim, teypte kıvrak bir melodi, uzaklarda batmaya hazırlanan güneş. Her şeyi unutup bu muazzam anın keyfini çıkarmaya başlıyorum, melodi ne olsa, bu güzelliğe uygun giderdi diye düşünüyorum.Biz yol boyu ilerledikçe güneşin battığı yerdeki dağın yüksekliği artıyor, güneş daha da kayboluyor, bu erken kayboluş beni biraz telaşlandırıyor, bu muazzam anın hemen bitmesini istemiyorum. Aklıma hiçbir şey gelmesin istiyorum, sadece güneş, dağ, ova ve müzik.
An bitiyor, düşünüyorum da, artık eski Mercedes’leri ne kadar çok seviyorum.

Gece yarısına doğru hava almaya çıkıyoruz, asfalt yolda aylak aylak dolaşarak konuşup gülüşüyoruz. Gece sessiz, ova sessiz. Bu sessizliği, devriye gezen jandarma arabası bozuyor. Sonra da aklımda yıllar öncesi beliriyor.
Bundan yaklaşık on yıl öncesi, yer Van’ ın bir ilçesi. Minik odada güzel güzel oturmuş televizyon izlerken top atışı başlıyor, ardından silahlar patlıyor. Bir çatışmanın tam da ortasında kalıyoruz. Apar topar güvenli bir yere sığınıyoruz ve kımıldamıyoruz hiçbir yere. Uzaktaki pencereden havada uçuşan izli mermileri görebiliyorum.
Ve korkudan ağlamaya başlıyorum. Çocuğum daha, orta okula gidiyorum.
Her şey bittiğinde odamıza dönüyor, büyük ihtimal ışığı hiç yakmıyor ve hemen yatıyoruz. Sabaha kadar da top sesleri hiç dinmiyor.
Öyle ovanın ortasında, sessizliğin içinde görünce askerleri, aklıma bunlar geliyor işte. O kötü günlerin korkusunu tekrar kalbimde hissediyorum.

Sabah oluyor, yine doluşuyoruz arabaya, muazzam bir sıcak. Hiç şikayet etmiyorum; çünkü denize gidiyoruz. Mavi deniz Akdeniz’ e. Orada da bütün aylaklığımızla yüzüyor, geziyor, eğleniyoruz.
Sonra içimizden biri diyor “hayat ne güzel yahu!” , katılıyorum ona ”tabii ya, güzel olmaz mı!”

Pazar, Ağustos 20, 2006

Eylül'ün ayak izleri

Boğucu bir hava günlerdir yakamıza yapışmış bırakmıyor bizi. Hava çok sıcak ve nemli. İki akşamdır bahçeye çıkıyorum, şimşek çakıyor bir yerlerde ama ne yağmur var ne de çisenti. Bugün de hava bir ara kapattı ama hiç yağmur yağmadı. Anlaşılan Eylül’ün ayak izleri kendini yavaş yavaş gün yüzüne çıkartmaya başladı. Şimdi dört gözle gelmesini ve yağmurun başlamasını, bir gün bile olsa havanın serinlemesini bekliyoruz. Ondan sonrası malum. Yok öyle düşündüğünüz gibi değil, tam tersi ardında sıcağı saklıyor Eylül. Biz öyle serin havaları ancak Ekim geldiğinde göreceğiz; çünkü daha biber sıcakları var sırada, bu yöreye has sıcaklar.
Biberlerin kurutulup çekildiği, salçaların yapıldığı, narların sıkılıp ekşi yapıldığı, turşuluk Arnavut biberlerinin pazarlarda boy gösterdiği Eylül ayı.
Bu sene o kadar çok üzüm verdi ki asma ağacımız, biz bile hayret ettik. Madem bu kadar çok dedik, bari sıkıp kaynatalım bir güzel ekşi yapalım. Sonra salatalara ve birtakım yemeklere katarız diye düşündük. Epey uğraştırdı bizi ama sonunda leziz bir şey çıktı ortaya. Salataya kattık, enfes oldu. Üstelik daha bir sürü üzüm kaldı dalda, hepsini bitiremeyiz zaten, dağıtacağız konu komşuya.
İncir bu sene yiyemedik çünkü bahçemizin duvarlarını yenilerken sökülmek zorunda kalındı. Ah ne güzeldi bizim incirlerimiz, her gün bir poşet dolusu verirdi, yine komşulara dağıtırdık çoğunu. Pazardan almaya mahkumuz artık.
Serinliğe ve yağmurlara daha bir buçuk aydan fazla var, biz yine sıcaklarla boğuşmaya devam edeceğiz anlaşılan. Çakan iki tane şimşeğe kanmayız biz, unutalım daha bir süre yağmuru çamuru.
Kalsın böyle sıcaklar, nasıl olsa gelecek kış.

Perşembe, Ağustos 17, 2006

geri dönüş

evet, işte geldim yine buradayım. bilgisayarımı ve evimi çok özlemişim. oturdum başına epey bir kalkmaya niyetim de yok.
dün akşam geri döndük Antakya'ya. duş aldım, yemek yedim, kapı pencere ne varsa hepsini dayaladım ve kendimi yatağa attım. sekiz saat yolculuk az değil tabii, insan oturup da yoruluyor, ne enteresan.
tatilim çok iyi geçti, tek sorun sıcaklardı. ilk gittiğimiz günler havalar gayet güzeldi, hatta ben pek şaşırdım bu duruma. bazı sabahlar kalkıp balkona çıktığımda harika bir serinlik oluyordu ama fazla uzun sürmedi. sıcaklar bastırdı, hem de bir daha gitmemek üzere. öğlen dışarı çıkabiliyorken eski havalara aklım gitti bir gün, çıktım ve pişman oldum, ondan sonra da kimse beni zorlamadıkça adımımı atmadım oraya buraya. saat altıdan sonra çarşı pazar insan kaynıyordu. biz boyuna su içiyorduk, susamadığımız halde. suydu, kolaydı, karpuzdu derken mideyi de üşütmedik mi bir güzel! bir gün boyunca inim inim inledim, doktorun sayesinde(?) üç gün boyunca yayla çorbası içmek zorunda kaldım. bunlar dışında her şey güzeldi. balığa bile gittik, üstelik sekiz dokuz tane tuttuk. olta ile değil, ağ ile tuttuk balıkları ama öyle büyük ağ değil, bizimki küçük basit ağlardandı ama çok işe yarıyor tavsiye ederim.
neticede tatil sona erdi. en çok da yatağımı ve arkadaşlarımı özlemişim, bugün onlarlaydım bütün gün. daha görüşemediklerim de var, hatta komşu bloglara da uğramam lazım, en iyisi bu yazı burada bitsin.

Pazar, Temmuz 16, 2006

tatile giden yol sekiz saat

sıcak bir öğlen vaktindeyiz, güneş şualarını yeryüzüne cömertçe salıveriyor, denizden topladığı nemi yük edip dağları tepeleri dolaşarak vadideki şehrimize inen rüzgar ürkütücü uğultusuyla tozu dumana katıyor, insanı bazen çileden çıkartacak hatta küfrettirecek kadar şiddetli esiyor.
bugün Pazar malum, caddeler ve sokaklar sıcaktan kavruluyor, millet ya çoktan yazlığına gitmiş ya da pazardan pazara yirmi beş km ötedeki güzelim sahillere iniyor. bense evdeyim, radyo n101’i dinliyorum. dışarı çıkmaya yürek isteyecek bir sıcak varken yapabileceğim bir şey yok doğal olarak. ya kitap okuyacağım, ya oyun oynayacağım ya da tv izleyeceğim, ta ki saatin akrebi altıyı gösterip de sokağa çıkma vizesi verilinceye kadar.
dün itibariyle tatile gidecekken çıkan bir iki aksilik sonucu hala buralardayız. gitmeden önce yapmam gereken bir iki iş de varken hala tembellik edip yapmıyorum. mektup yazmam gerek mesela. geçen hafta Litvanyalı mektup arkadaşımdan gelen mektuba cevap vermem gerekiyor gitmeden önce. ismi Migle ve yirmi üç yaşında, ismi nasıl okunuyor bilmiyorum ama ben yazıldığı gibi okuyorum, öyledir herhalde.yaklaşık dört yıldır yazışıyoruz. her zaman yaptığım gibi mektubu yazdım, mektup kağıdı ve zarfı da aldım ama bir zahmet buyurup da postalayamıyorum.
onun yerine gazetenin pazar ekini okuyor, bol bol müzik dinliyorum. tatilde de gündüz sıcağında yapacağım şeyler bu ve benzeri şeyler işte. burada 32-33 dereceyle boğuşurken orada 37-38’ lerle uğraşacağımdan, burada zorunlu bir şekilde bazen gündüzleri dışarı çıksam da orada bu ihtimal sıfıra inecek gibi. ancak akşamlar ve geceler bizimdir dostlar, emin olabilirsiniz.
evet gidiyorum ve yaklaşık olarak bir ay yokum. herkese iyi bir tatil ve ferah bir yaz diliyorum.
görüşmek üzere.

Salı, Temmuz 11, 2006

inek ve civciv karışımı teraneler

geçen güz, ismi lazım değil, bir ders vardı, vizesi yaklaşınca bizim eteklerimiz tutuşmuştu tabii. eh bir de birinci sınıf olunca hoca nasıl sorar, ne eder bilemediğimizden hemen bizim pek değerli arkadaşlarımız –ben de dahil- eskilerden ne koparırlarsa bilgi getirdiler önümüze. efendim bu hoca vizede kimseye yetmiş üstü not vermezmiş de falan da filan da. sonra eski sınav soruları havalarda uçuştu, kimisi şuradan da sorarmış, şunu da sorarmış diye bir sürü istihbarat yığdı önümüze,vesselam sınav günü geldi çattı. bütün soruları* yaptım ve çıktım, baktım millet haşır huşur yazıyor hala. manzarayı görünce tırstım tabii, eyvah dedim kötü gelecek sonuç.
sınav sonuçları açıklandı, yetmiş altı aldığımı görünce çok sevindim. sonra da sınıfın durumu ortaya çıktığında o haşır huşur yazı yazan ineklerden daha yüksek not aldığımı öğrendim. nedendir bilmem ama inek olarak bilinen şahısların hepsi genel itibariyle düşük not almışlardı.
demek ki inek olarak ön plana çıkmayacaktın sınıf içinde. hiçbir idealin, hedefin yokmuş gibi davranacaktın ya da varsa bile fazla umursamıyormuş gibi olacaktın, yani fazla kasmayacaktın böyle, rahat rahat okuyacaktın okulunu. ben kendimi hiç inekmiş gibi görmediğim ve öyle de davranmadığım halde yüksek not alınca amma da garipsemiştim, herkesler de garipsemişti. marifet inek olmakta değildi demek ki, sınavda sayfalarca cevap yazmakta da değildi. biz ders arası kantinde muhabbet ederken bu adamlardan bir ikisi kütüphaneye gidip ders çalışırdı, o kadar yani. inek olmanın da bir adabı, erkanı var elbet, aslında ben bu adap erkan çerçevesinde bir ineğim diyebilirim mesela.
bir de birinci sınıf olayı var ki illet bir şey, şöyle bir düşünüyorum da halimizi, ne kadar komik durumdaymışız meğer. kim bilir üst sınıflar ne kadar dalga geçmiştir bizlerle.
siz siz olun, birinci sınıfsanız eğer, sakın üst sınıflara gidip de bir şeyler sormayın, durumun ne gülünesi olduğu sonradan çıkıyor meydana. nasıl olsa birileri gidip sorar, eder, önünüze koyar ne var ne yoksa.

* hocanın beş sorusunun dördü eski soruların aynısıydı.

Pazar, Temmuz 09, 2006

siz İspanyolca bilir misiniz?

...bir araya gelemeyen bir kadınla bir erkek vardı ve kadın bir gün erkeğe soruyordu:
- sen İspanyolca biliyor musun?
erkek, birçoklarımız gibi erkekçe bir böbürlenmeye kapılarak yalan söylüyor ve "evet!" diyordu, "evet,ben İspanyolca biliyorum."
aradan bir zaman geçiyordu.
erkek, kadının bir başkasıyla evlenmeye hazırlandığını öğreniyordu.
düğün günü kadından bir çiçek geliyordu erkeğe, yanına konulmuş bir kartta çiçeğin İspanyolca ismi yazıyordu.
erkek, o karta bakmıyordu bile.
yıllar sonra kadınla erkek yeniden karşılaşıyorlardı ve erkek küskün davranıyordu.
kadın, "evlendiğim gün sana gönderdiğim çiçeği almadın mı?" diye soruyordu.
aldığını söylüyordu erkek, kadın, "üstünde çiçeğin adı yazıyordu onu okumadın mı?" diye soruyordu.
ve erkeğin onu okumadığını anlayınca da çiçeğin ismini söylüyordu:
-gel beni al.
kadın son çığlığı atmış, ama erkek boş bir övünme yüzünden anlamamıştı.
o da başka bir erkeğe gitmişti...


kendi hayatınızı kendinize en iyi anlatan deneme kitaplarından birisi. kendilerini tanımak isteyen kadınlar ve kadınları tanımak isteyen erkekler için.

Çarşamba, Temmuz 05, 2006

şehirden indim köye

uzun bir aradan sonra yeniden köye gitme imkanı bulduğum için epey bir sevinçliydim. yanıma hiçbir giysi, şu, bu almadan arkadaşımla birlikte sıcak bir öğlen saati yola düştüm.
önce ilçeye gittik, yolda yine sınırı gördüm. sonra çıktık ilçeden, istikamet köy. önce bir kasabaya girdik, Asi Nehri burada daha bir güzel akıyordu sanki. sonra kasabadan çıktık, önümüzde uçsuz bucaksız bir ova.
gittiğimiz köy ovanın ortasında, her tarafı düzlük bir yer. etraf tarlalarla dolu ve sadece köyün içinde ağaçlıklar mevcut. bir de civar köyler var ötede beride, yürüyerek rahatça gidilebilecek mesafede. gündüz insanı sinir edecek kadar çok esen bir rüzgar gece yerini sükunete bırakıyor.iki tane bakkalı var, gece canınız kola çektiğinde gidip sahibini yataktan kaldırabiliyorsunuz (biz öyle yaptık). herkes birbirini tanıyor doğal olarak, zaten çoğu kişi birbirinin akrabası.
gündüzleri hava sıcak olduğundan pek bir şey yapamadık, sadece on bire kadar uyuyup uzun bir köy kahvaltısı yaptık mis gibi havayı içimize çekerek. öğleden sonra arkadaşlar, kuzenleri falan toplandık muhabbet ettik. akşamüstü tabii ki futbol oynadık köy sokaklarında. ve en güzeli de akşam çay eşliğinde yaptığımız muhabbetler ve gece damda içtiğimiz kolalar oldu, binlerce yıldız da gecemize eşlik etti. köyün en güzel tarafı da buydu işte, yıldızlardı.
her sabah, şafakta uyanıp etraf ağarmadan dışarı da çıktım ve serin mis gibi havayı ciğerlerime çekip dümdüz ovanın ufkundan doğacak güneşi bekledim büyük bir zevkle. sonradan horozların sesi zor uyuttu beni.
şehre dönüşümüz benim için hüzünlüydü ama itiraf etmek gerekirse özlemiştim kenti.

Cuma, Haziran 30, 2006

çaylaarr!

ışıl ışıl güzel bir yaz sabahı, bahçede ağaçların altında tatlı bir esintiye karşı ya da balkonda güzel bir şehir manzarasına karşı ya da mutfakta pencere kenarında sokağa karşı; hiçbiri de olmasa odanızın bir köşesinde televizyona karşı oturup yapılan güzel mi güzel bir kahvaltıdan sonra yapılacak olan çay keyfinin verdiği hazzı hücrelerinizin en küçük parçalarına kadar hissetmek…
hele bir de yanınızda hoş muhabbet edecek eş, dost, aileniz varsa, fonda da sohbetinize eşlik edecek güzel bir müzik varsa insan huzuru hissetmek adına daha ne ister?

iyi bir çayseverim ben. yaz olsun, kış olsun hiç fark etmez, sabah kahvaltıdan sonra mutlaka iki üç bardak çay içer, keyfini sürerim. bir de ikindi çayım vardır ki aslında bu aileden kalma bir adet olmuş içimde. yoksa illa ki ikindi vakti çay içerim demiyorum. okulda dersten önce, dersten sonra mutlaka yaptığım şey çay içmektir. en güzeli de soğukta bahçede içtiğim çaydır. çay sıcak, kantin sıcak olmuyor. tatlı yaparken ya şerbet sıcak olmalı ya da tatlı sıcak olmalı ya, bu da aynı hesap.
iyi çay yapmanın da pek bir ince noktası var elbet.
öncelikli ve mutlak şart çayın suyunun kireçsiz, klorsuz olmasıdır, yoksa çay çaya benzemez. çayın suyu fazla kaynamamalıdır, yoksa tadı bozulur; o yüzden su ısıtıcı tavsiye edilir. su ısınadursun çay yaprakları yıkanmalı, içindeki kum gibi çay tozları temizlenmelidir ki sadece yaprakları kalsın. çayın demleneceği demlik tabi ki porselen olmalıdır; ama yoksa normal demlik de olabilir, dedik ya mutlak şartımız suyun kireçsiz olması. çay on beş dakika kadar demlenmeye bırakılmalı ve fincanda değil, ince belli bardakta içilmelidir.

bu dediklerimi harfiyen uygulayın, yirmi bir günde* tiryaki olursunuz. bu tarife göre yapılan çaydan yedi sekiz bardak içerim ben. acilen kendimi yeşil çaya alıştırmam lazım, bari sabah kahvaltısında yeşilinden içeyim.

* bilimsel çalışmalara göre bir insanın bir davranışa tamamen alışabilmesi için yirmi bir gün boyunca aynı davranışı tekrarlaması lazımdır.

Pazar, Haziran 25, 2006

haftanın ilk günü pazar olsun

bu da nereden çıktı şimdi demeyin, dinleyin ve anlayın.
hafta sonlarının ne kadar yavaş ve sıkıcı, hafta içlerinin de tam tersi ne kadar çabuk ve dolu geçtiğini sadece ben değil herkes biliyor elbet. pazartesi bir başlamaya görsün, hoop diye cuma geliyor, ne zaman geldin sen, ne zaman geçtin de bittin demeye kalmıyor, o gün geldiğinde anlıyorsunuz her şeyi. aa hafta sonu gelmiş, ne yapsak ne etsek acaba diye kara kara düşüne düşüne tekrar pazartesiyi getiriyorsunuz ve hoop yine bir bakmışsınız cuma oluvermiş. eh ne oldu şimdi diye yine kara kara düşünürken haftalar aylar yıllar geçip gidiyor da haberiniz bile olmuyor.
artık mühim bir tarihi beklediğimiz zaman gün saymıyor, pazartesinin gelmesini bekliyoruz biz, o gün geldiğinde de “bugün pazartesi, hafta bitmiştir millet, hayırlı olsun!” diyoruz. çünkü pazartesi gelmişse bir sonrakine ramak kalmıştır,biliyoruz.
ama bu işe bir çözüm bulmak gerek. zamanın yavaş geçmesini istiyor, anı yaşamak istiyorsak olaya el koymanın zamanı gelmiş de geçiyor bile. ( zamanın hızlı geçmesini istiyorsanız bu hikayeyi harfiyen uygulayınız, neticesi çok hoşunuza gidecektir, garanti veriyoruz.)
bizce haftanın ilk günü “pazar” olmalı. resmen öyle olmasa bile biz kendi resmiyetimize dökeriz, kimse de karışamaz. böyle düşününce hafta hemencecik bitmiyor, çünkü bitmesi gereken uzun mu uzun bir pazarımız var.
baksanıza İngilizler bizden önce fark etmiş olmalılar ki durumu, haftanın ilk gününü pazar ilan etmişler. ama bizim öncelikle halletmemiz gereken pek mühim meselelerimiz olduğundan bunlarla uğraşamayız tabii, o da ayrı bir hikaye.

Salı, Haziran 13, 2006

ay gülümserken

saat gece yarısını geçmiş, uyuma vakti çoktan gelmiş de geçiyordu bile. ışığı söndürdüm, derin düşüncelerle yatağıma girdim. uyumam lazımdı ama uykum yoktu, pencereyi açtım, serin bir rüzgar yüzümü okşadı, ay çıkmıştı, tam da karşımda bana gülümsüyordu. etrafında bulutlar kol geziyor, ara sıra ayın yüzünü kapatmayı ihmal de etmiyorlardı. bu güzel manzara karşısında dayanamayıp, uykuyu falan unuttum ve seyre koyuldum.

kimi zaman bulutlar ayı hiç göstermiyordu, kimi zaman da görünmese de parçalı bulutun kenarlarından ışığını taşırıyordu.
ay ile bulutun dansını seyrederken düşündüm, bu dans aslında bizim hayatımıza ne kadar da çok benziyordu. o kadar çok şey yaşıyorduk ki hayatta, kimi zaman ayın bulutun ardından çıkacağını bildiğimiz gibi biliyorduk sıkıntılarımızın biteceğini. kimi zaman da bulutun ayın ışığını kapatıp hiç göstermemesi gibi bitmeyeceğini düşünüyorduk, umutsuzluğa kapılıyorduk.
halbuki bulut, ayı hiç göstermese bile eninde sonunda yine çıkıyordu meydana. sıkıntılar da işte böyle bitecekti elbet hiç beklemediğimiz bir anda, aniden.
yapmamız gereken tek şey, ne olursa olsun umudumuzu yitirmemekti asla.
ve sabretmekti.

ben düşünürken, bir ara ay yok olmuştu. yatmaya karar verdiğimdeyse kendini göstermiş, üstelik bu sefer yanında hiç bulut bırakmamıştı. demek çok sıkıntı çeksek bile, ardından gelen aydınlık daha uzun ve daha ferah oluyordu.

benim de içim ferahlamıştı, tarif edilemez bir huzurla yatağıma uzandım, hayatta olduğum ve bu güzellikleri görebildiğim için tanrıya şükrettim, sabah aynı huzur ve mutlulukla uyandım.

Cumartesi, Haziran 10, 2006

definitely maybe

Oasis’in ilk albümü “Definitely Maybe” dünya çapında tüm zamanların en iyi albümü seçildi. Oasis’i tanımayanlar bilmezler ama gerçekten bunu hak eden bir albüm. bu albümden bir şarkıyı yayınlamak isterdim ama Oasis’in müziğine ilk dinlemede aşina olmak özellikle bu tarz müzikleri tanımayanlar için bir anlam ifade etmeyebiliyor. ben de bir başka albümünden yine hit olmuş ve daha çabuk aşina olacağınız bir parçayı, “go let it out” u yayınlıyorum.
gerçekten harika ve hayat dolu bir şarkı, insana yaşama sevinci veren bir eser. zaten Oasis’in müziği ve şarkıları hep hayat dolu. alıştığınız zaman tutkunu olacaksınız.
bu arada, Oasis'in, efsane grup "The Beatles" ın albümünü ikinci sırada bıraktığına da dikkat etmek lazım.

Perşembe, Haziran 08, 2006

ilk konser hezeyanı

ilk klasik müzik konserim olacaktı bu, varsın kimse gelmesin dedim ve serin bir akşamda yola koyuldum. pür heves ıslak kaldırımlarda yürüdüm, üst geçitlere aldırmadan karşıdan karşıya geçtim ve konserin verileceği binaya emin adımlarla girdim. gayet ciddi bir şekil şemail içerisindeydim, etrafımda çok kibar hanımlar ve beyler, sanki bir resepsiyondaymışçasına ustalıkla tavırlar sergiliyorlardı, lay lay lom bir şekilde davranamazdım herhalde. sıkıntıdan ter basmışçasına şekiller verirken benim gibi birkaç genç kız-erkek topluluğu görünce de epey rahatladım doğrusu. konser neredeyse başlayacakken içeriye girdik ve yerlerimizi aldık.
sahnede sadece bir piyano gözüküyordu ki, elinde kemanıyla şık bir beyefendi göründü, ardında da piyanist bey tabii. salonda bir alkış koptu, sanatçılar bizi selamladı ve tellerden kemanın sesi yayılmaya başladı; o sırada ben bu beylerin Avrupa' nın hangi ülkesinden olabileceğini kestirmeye çalışıyordum.
bir süre sonra müzik sustu ve biz alkışlamaya başladık. sonra devam etti, sustu, etti, sustu. piyanist bir çalıyor, bir selam verip sahneden çekiliyordu. sonra yine geliyor, devam ediyordu. e hep yerinde kalıp da bekleseydi ya boşuna yorulmazdı diye düşünüp duruyordum ben de, arkada boş boş dururken onu hayal edince, görüntünün bozulacağını kestirdim sonunda.
ara verildi, dışarı çıkıp soluklandık. sonra bizi içeri davet ettiler tekrardan. konserin ikinci yarısında başlıyordu asıl hikaye. hikaye değil de fiyasko demek daha uygun olurdu belki. keman güzel güzel çalıyorken birden sustu, şu olağan susuşlarından birisi değildi bu, hareketlerinden devam edeceği anlaşılıyorken sol yandan bir alkış koptu, herkes dönüp o tarafa baktı. hayır, bu yanlış bir alkıştı, kibar kemancımız gülümsedi ve devam etmeye başladı. alkışı koparan ise genç ve acemiliği her halinden belli olan bir kızdı, beyni yanlış alarm vermişti kendisine. olur böyle derken kemancı yine susunca aynı kişi yine alkışlamaz mı! yine yanlış alarm…
artık beni de bir korku sarmaya başlamıştı, kendimden değil, bu acemilerin yine hata yapmasından korkuyordum. korktuğum başıma bir kez daha geldi, bu sefer aynı kişi değil, bir başkası ve yine yanlış alarm! güler misin ağlar mısın?
konserin sonlarına doğru önlerdeki yaşlıca bir bey kendinden geçmişçesine müziğe kapılmıştı, el kol hareketleriyle melodiye eşlik etmeye başladı, ben kemancıyı bırakıp onu ilgiyle izlemeye ve gülmeye başlamıştım. birden müziğin kesildiği beynime derk etti ve bu yaşlıca bey yüksek sesle “bittiii!” dedi ve onun sayesinde(!) konserin bittiğini öğrenmiş olduk.
sokağa çıktım, kaldırımlarda pek kimse yoktu, hızlı adımlarla ilerlerken hata yapmamış olmanın rahatlığıyla ve şu acemilerin yaptığı hatalardan dolayı biraz utançla geri döndüm. doğrusu ilginç bir ilk deneyim olmuştu, en çok da şu melodiyi beğendim.

Cumartesi, Haziran 03, 2006

dahiyane hırsızlık hikayesi

sıcak bir günün öğleden sonrası ne yapacağımızı bilemez bir halde pişkin pişkin oturup tepemizdeki sinekleri kovalarken, günün hiç de böyle geçmeyeceğini anladığımızda ne yapalım ne edelim diye kara kara düşünüp biraz havamız değişsin diyerekten düş sokağı dinlemeye karar verdik. CD ler elimizde ama çalacak makine yok ne yazık ki, almaya karar verip de bir türlü alamadığımız diskmeni alana kadar idareten şöyle ucuzundan bir tane tedarik edememekten de yakınırken aklımızda parlak bir fikir zıpladı aniden. bir koşu komşu evden arkadaşlardan alacak ve öğleden sonramızı bağır çağır şarkılarla şenlendirecektik. aklımızdan zıplayan bu parlak fikrin heyecanıyla hemen komşumuza koştuk. “ah iyi ki vardı şu komşu, sonra ne yapardık biz!” deyip sahte minnettarlıklarla kapılarını çaldık. evleri bahçeliydi ve tek katlıydı; biz kapıyı çalmakta diretirken kimseden ses çıkmıyor, bir bütün olarak ev terk edilmiş hissi veriyordu. çok parlak zekalı arkadaşımın aklına dahiyane(?) bir fikir geldi, bu evin o minnettar olduğumuz değerli sahipleri aslında evlerinin kapısını kilitlemeden gidermiş meğer. “bizim evimizi hırsız ne yapsın, etrafta bunca ev varken.” düşüncesiyle hareket ediyorlardı belki ya da tembellik ve umursamazlıktı bunun adı. dahiyane fikirli arkadaşım bahçe duvarından atladı, beni de adeta bekçi bırakırcasına kapıya dikti. gitti, kapıyı açtı ve içeriyi yoklamaya başladı. ben de etrafı kolaçan etmeye başladım, sanki hırsızlık yapıyorduk! o esnada bir iki ufak çocuk yanıma geldi, haliyle bizi izliyorlarmış keratalar. ben de yanlış anlamasınlar diye durumu izah ettim kendilerine. insanın içinde suçluluk psikolojisi olmayınca ne kadar da rahat oluyormuş meğer, gerçekten de hırsızlık etseydik böyle rahat davranamayacaktık. hoş, hırsızlık yapılsa bile böyle gündüz ortasında milletin içinde yapılmaz ya, neyse.
içeriden eli boş çıkan arkadaşım diskmeni bulamadığını söyleyince hayal kırıklığı içerisinde evimize dönüp sinekleri kovalamaya ve radyoyla idare etmeye devam ettik o gün.
hikayenin sonu birkaç gün içerisinde belli oldu sonra. meğer o komşumuz çoktan o evi terk etmiş de bizim haberimiz yokmuş! birimizin girip de didik didik ettiği, birimizin de kapıda nöbet beklercesine dikildiği evi de bir başkası kiralamış! yani kısacası biz bir başkasının evine girmişiz, başkasının eşyalarını kurcalamışız, haliyle diskmeni de bulamamışız da ayıkken uyumuş, uyutulmuşuz. sonra da dahiyane(!) fikirli arkadaşımız niye evdeki eşyaların kendisine değişik geldiğini yeni anlamış. bu kadar ihmal edilen bir komşuluğun kısa ve öz ifadesi.
meğer biz gerçekten de bilmeyerek soygunculuğa kalkışmışız. neyse ki ev sahibi bizi suçüstü yakalamadı, şimdi bir de anlat dur…

Perşembe, Haziran 01, 2006

ışık bizimle olsun

eskiden, önemli bir olay olduğunda farklı bakış açılarının bu olayı nasıl yorumladığını merak eder ve biri solcu, biri sağcı, biri de tarafsız görünen gazetelerden alırdım. olayı yorumlayış biçimlerini derinlemesine okur, ufkumu genişletirdim. sonra düşünmeye başladım, keşke siyasal bilimler okusaydım diye. benden iyi bir SBF öğrencisi olurdu, öyle olsaydım eğer, her gün bu üç gazeteyi alır, didik didik eder, önemli olayları ve köşe yazılarını keser saklardım. bazen bunu amatörce yapasım gelirdi ama yapmak istesem de bir amacı olmayacağı için yapmazdım.
şimdilerde bir gün gazete okusam ertesi günü okuyasım gelmiyor; çünkü içim daralıyor, sıkılıyorum. sonra da okumayınca gazeteyi özlüyorum, ne çelişki!
hatırlıyorum da, birkaç ay önce Hürriyet’ in bir sayısında -üçüncü sayfa haberlerini saymazsak- hep iyi şeyler okumuştum ve içim açılmıştı, çok mutlu olmuştum o zaman.
itiraf etmeliyim ki, en sevdiğim şey magazin ve ekonomi sayfalarını okumak.
bir de Cumhuriyet var tabii, es geçmemek lazım, ki bu gazeteyi okuyunca içim sıkılıyor, resmen felaket tellalı. o yüzden haftada iki üç gün okumak kafidir diyorum, fazlası ruh sağlığı için tehlikeli.
neyse ki artık alıştım kötü haber okuyup da sakin kalabilmeye.

Çarşamba, Mayıs 31, 2006

yorgun

birisi yapsa da kahve içsem diyorum, kendi kahvemi hep kendim yapıyorum. şöyle otursam en güzel köşeye, uzatsam ayaklarımı, beklesem kahvemi. sonra getirse birisi de doya doya, hissede hissede içsem kahvemi. yorulmasam bir de kahve pişirmekle, konsa önüme hep aynı lezzette. hep ben pişirmek zorunda kalmasam, kıvamını sadece ben ayarlayabiliyor olmasam.

biraz hizmet istiyorum ben de her insan gibi; ama hep ben hizmet ediyorum kendime.

Perşembe, Mayıs 25, 2006

ne istiyorum ben?

hep şikayet ederdim yazlar daha kısa, kışlar daha uzun sürüyor diye ama şimdi böyle olmaması gerektiğini çok iyi anladım.
geçenlerde bir gün gündüzün sıcağında akşama kadar çarşı pazar dolandıktan sonra akşam olduğunda havanın serinlemesiyle kollarımız üşüyünce “ne zaman tam olarak sıcak olacak da hiç üşümeyeceğiz?” diye şikayet ettik ve paşa paşa evlerimizin yolunun tuttuk. ondan sonra düşünmeye başladım, kış olmasaydı bizim halimiz ne olurdu kim bilir? hava soğuk, yağmurlu veya karlı olunca bizler mecburen evlerimize tıkılıyor, sıkılıp da uğraşacak pek bir iş bulamayınca öğrenciysek dersimize, çalışıyorsak işlerimize dönüyoruz. halbuki havalar güzel olsa, kendimizi dışarı atmak, hareketli parçalar dinleyip coşmak, konserden konsere koşmak, parkları kafeleri doldurmak isteyecek ama sorumluluk sahibi insanlar olduğumuzdan ya istemeye istemeye işimize dönecek ve aklımız başka şeylerde olduğu için onları yarım yamalak yapacaktık ya da boş ver deyip çekici davete uyacak, çoğu şeyi aksatacaktık. sonrasını düşünmek bile istemiyorum.
işte bu aralar tam da böyleyim ben. sabahları hamakta sallanarak kitap okumak, öğlen sıcağında film izleyip şekerleme yapmak, bol bol dondurma yeyip soğuk kolaları mideme indirmek, ikindiden sonra da sıfır kol t-shirt’ümü, şortumu ve sandaletlerimi giyip saatin kaç olduğuna dikkat etmeksizin sokaklarla arkadaş olmak istiyorum.
neyse ki yaz daha yeni geldi ve her şeyin bitmesine az kaldı. iyi ki yazlar daha kısa, baharlar daha uzun sürüyor.
İyi ki.

Salı, Mayıs 23, 2006

Hari Mata Hari ve Layla

şu garip kıyafetleri ve maskeleriyle adeta Yüzüklerin Efendisi’nden fırlamış orklar gibi olan Lordi grubu nasıl birinci olabildi hayretlerim şaştı ama hakkını vermek lazım şarkıları gerçekten de güzeldi. benim gibi bir rockseverin sevinmesi ve desteklemesi gerekir ama hiç de öyle davranmadım geçen cumartesi akşamı; çünkü benim favorim Bosna Hersek’ti. gelin o güzel şarkılarını buradan dinleyin ve bana hak verin diye adeta haykırıyorum.

böyle güzel, duygulu ve anlamlı bir şarkı dururken niye iğrenç maskeli dillerini çıkara çıkara bir hal olan adamlar birinci oldu şaşırıyorum ama madem çoğunluk böyle istemiş, ne yapalım. aslında o maskeleri ve garip dil hareketleri olmasaydı belki de “oleey!” diye naralar atıp sevinecektim; çünkü şarkı bir rock şarkısı ve çok da güzel.
ama hala aklım o şarkıya, Bosna’nın şarkısına gidiyor. nitekim ben de oyumu onlara verdim, alın on kontorum size helal olsun diyerekten. zaten bu dost ülkeyi her zaman sevmişimdir ben, şarkı kötü bile olsa Bosna’ya verecektim oyumu. ekranda Hara Mati Hara grubunu gördükçe kalbimden bir sevgi seli boşaldı onlara. ama siz hiç merak etmeyin ben sizi birinci seçtim, gerisi boş, gerisi koca bir mavra.
süperstarımıza gelince… ona da çok klişe bir lafım var: önemli olan yarışmaktı.:)

not: eğer link çalışmazsa bosna'nın Eurovision sitesinden açarak dinleyebilirsiniz.

Cuma, Mayıs 19, 2006

benim adım kutikula, ya senin?

“duydun mu, yan sınıflardan birinde bir kız varmış, adı da Fizyon’ muş!” diye başlayan muhabbetin “ne-hadi be-gerçekten mi-aaa-ilginç!” diye devam ettiği lise yıllarından bir gündü, benim de çocuğum olsa ismini ne koyardım acaba diye düşünmeye başlamıştım. ne enteresan bir isimdi bu böyle, anlamı da ya atomun parçalanmasıydı, ya da atomların birleşmesi, zaten hep karıştırırdım. kızın babası elektronikçiymiş meğer, ismini fizyon koymuş. hemen araştırmaya başladım, acaba ne olabilirdi benim çocuğumun ismi? sonunda bulmuştum, kutikula olabilirdi mesela, hem çok garip bir isimdi bu. “kutikula gel evladım!”, “kutikula, yapma böyle çocuğum!” gibisinden cümlelerle çocuk büyütmek ne kadar güzel olurdu işte bunu da bilmiyordum ama iyice yatmıştı kafama, kutikula olacaktı çocuğumun adı.
Ne demekti kutikula? bitkinin en dış tabakalarından birinin adıydı bu, koruyucu dokuya dahildi. meristem de güzel isimdi bak, o da bitkideki dokulardan birinin adıydı. ikinci çocuğumun adı meristem olacaktı. nitekim o Fizyon adlı kız sonraları benim sınıfıma düşmüştü ve işin aslını anlamıştık ki kardeşlerinden birinin adı eküle diğerinin adı da nebula idi. aman Allah’ım, ne garip bir aile! bu kızın sayesinde eküle ve nebula diye iki fizik terimini kelime dağarcığımıza katmıştık ki ne büyük bir şanstı(!) bizim için.
sonra ne oldu, ben vazgeçtim artık bu isimlerden. ne güzel isimlerimiz vardı bizim, ne işimiz vardı kutikulayla, meristemle falan. hem el alem(!) ne derdi sonra!

Salı, Mayıs 16, 2006

şampiyon cimbom diyen fenerli

bitiş düdüğüyle ben yıkılırken birileri coşkudan ne yapacağını bilemeyerek bağırıyor, ”bizi kutlamayacak mısın?” diyerek üstüme atlıyor, bense “sonra,sonra!” diyerek hepsini başımdan savıyordum. “şampiyonluğu siz hak etmiştiniz ama biz de zor koşullarda buraya geldik, üzüldüm size!” deyince birisi, “kalk!” dedim, “gidiyoruz, şampiyonluğu kutlamaya!”… ve kendimizi dışarı attık.
bir Fenerbahçeli olarak Galatasaray’ın şampiyonluğunu kutlayacaktım, evet. kalabalığa karıştık, her şey yeni başlamıştı, kadınlı erkekli herkes coşkuyla bağırıyor, şehir turu atıyordu. ben de başladım bağırmaya, “re re re, ra ra ra gassaray gassaray cimbombom!” diye. kendimi tamamıyla kalabalığın coşkusuna kaptırmıştım ve arkadaşlarımdan daha da coşkuyla kutluyordum şampiyonluğu. hayır, gizli Galatasaraylı değildim elbette, ama tam bir Galatasaraylı gibi davranıyordum.
bir buçuk saat geçti, kalabalığın coşkusu yavaş yavaş azalıyorken bizler arabaya doluşuyorduk. müziğin son sesini veriyorduk ve başlıyorduk şehir turuna. müzik de Arap müziği olunca gel de dur yerinde, kolay mı! bırak bizi, etrafımızdaki arabalarda, motosikletlerde, hatta kaldırımlarda insanlar müziği duyup oynamaya başlıyordu.
bütün bunları dostluk adına yaptım ben. nasıl ki o gecede Beşiktaşlılar da vardı cimbomu kutlayan, ben de vardım işte bir fenerli olarak. iyi ki de yaptım, hem üzüntümü dağıttım, hem de iki buçuk saatliğine Galatasaraylı olup bunun nasıl bir duygu olduğunu anladım. en önemlisi, Galatasaraylı arkadaşımdan fenerin şampiyonluğunu kutlama sözü aldım.
üzüldüğüm tek şeyse şu slogandı: cimbom kartal el ele, hep beraber fenere…

not: bu kutlamayı bugün tam bir yaşında olan blogumun da kutlaması olarak kabul ediyorum ve okuyan okumayan herkese teşekkür ediyor, başınızı ağrıttığım için de özür(!) diliyorum.

Pazar, Mayıs 14, 2006

ironi

adı: Prozac
etken maddesi: fluoksetin
işlerliği: antidepresan
suçu: hayattan bezmiş insanları zorla iyileştirmek ve onları "depresyondayım, unutuldum..." diye giden şarkının verdiği hazdan mahrum etmek
davacı: depresyondaki kişi

gereği düşünüldü:

suçlunun vazife-i asliyesinin nevi şahsına münhasır olması ve bunu yerine getirmesi sebebiyle aklanmasına,
davalının ilacı yazan doktoru da şikayet etmesi halinde reddine ve en yakın akıl hasanesine sevkine,
karar verilmiştir.

yaz kızım..!


Cuma, Mayıs 12, 2006

uyanık öğrenci

gözü açık olmayı ve gözü açık insanları hep sevmişimdir ben. hele de öğrenciyseniz başka bir şehirde…
tatlıcıya gidip tanesi elli kuruş olan taş kadayıftan dört tane yiyip bir buçuk lira ödemenin verdiği keyfi anlatmak ne mümkün!
bir şey satın aldığında “öğrenciyim” diyerek daha az para ödemek ya da bazen çok hayırsever insanlara rastladığında hiç para ödememek, akşam yemeklerine davet edilmek, markette salebin ucuz ama iyi olanını seçmek…

bazı uyanık arkadaşlar salep tozunu az koyup “öğrenci salebi” diye biraz acındırarak sunsalar da ya da sabah demledikleri çayı tekrar tekrar ısıtıp akşama kadar içseler de biz yutmayız, “salebin öğrencisi mi olurmuş, getir bakayım şu tozu!” diyerekten salebimizi öğrencilikten sivilliğe yükseltir, adına da "sivil salebi" dedirtmesini biliriz.
böyle yapmaya mecbur muyuz, değiliz; ama böyle yapmaktan da keyif alıyoruz. hocalarımız “başka bir şehirde okuyup, ara sıra parasız kalmadan öğrenci olamazsınız.” derdi.
parasız kalmadık ama banka hesabındaki paranın tümünü çekmek bizi yeterince tatmin eder.

darısı parasız kalanlara… bütün temennimiz onlara.

Salı, Mayıs 09, 2006

yük

mahalle maçları yapmayı özledim.
yakan top oynuyorlardı çocuklar. birisi topu attı, top üstüme doğru geliyordu, tuttum. sonra arkadaki çocuğa bıraktım. önümdeki oğlan "abi ben hiç yanmıyorum." dedi, bir kız "ben de yanmıyorum!" dedi. bana mı söylediler, yoksa arkamdaki çocuğa mı, bilmiyorum. arkamdaki çocuğu hiç hatırlamıyorum.

hayatın yükünü taşımak ağır geliyor artık. geride kalan her gün, biriktirdikleriyle sırtıma biniyor.
çocuk olmak istiyorum, ama mutlu bir çocuk.
bu yalana da hiç mi hiç inanmıyorum.

Cumartesi, Mayıs 06, 2006

cumartesi

hani vardır ya bir gün, insanların caddelere, sokaklara boşaldığı; parkların, sinemaların, alışveriş merkezlerinin dolup taştığı, kalıp bir deyişle "iğne atsan yere düşmediği"...
işte o günü, yani cumartesiyi çok ama çok severim ben.
kaldırımlardaki kalabalığı gördükçe aklıma hep eski bir dostum gelir. üniversiteye hazırlandığımız yıllarda onların evine ders çalışmaya giderken beni hep kalabalık yerlerden götürür, "insan görelim biraz" derdi. yol üstünde makineye yüz bin lira atıp fallı sakızlardan almayı ihmal etmezdik, başarıyı simgeleyen renk çıktığında da çok sevinirdik.

şimdilerde birlikte değiliz, o İzmir' de.
ben hala kalabalık yerlerden gidiyorum...
insan görmek için.

Perşembe, Mayıs 04, 2006

telefon defteri

telefon defterimi temizliyorum bugünlerde.
bir daha görüşülmesi pek mümkün olmayanları sildim ilk önce.
bazı isimleri de bıraktım bir süre daha kalsınlar diye.
belki lazım olur, belki arar düşüncesiyle.
ama anladıkça böyle bir şeyin biraz zor olacağını, onları da sildim istemeye istemeye.
çok şey paylaştığımız insanlar da vardı içlerinde, çok az şey paylaştığımız insanlar da.
bazılarını silerken pek düşünmüyor da insan, bazı isimlere gelince durup düşünüyor. ne çok şey paylaştık, kah güldük kah üzüldük.
ama yoktu bir sebep bizi ölene kadar bağlayacak.
bazılarında olsa da bir sebep, biz ihmal ettik hep.
keşke etmeseydik...

ama hiç olmazsa bundan sonra etmesek.
bundan sonra, olmasa bile oluştursak bir sebep...

Pazartesi, Mayıs 01, 2006

birlikte yaşamak

dünyanın herhangi bir parçası olmadan diğer parçası yaşayamaz

bu fotoğraf birlikte yaşamanın fotoğrafı. önde kilise çanı, arkada cami minaresi.
bu fotoğraf Hatay' ın simgesi olarak kullanılıyor.
şimdi de forum istanbul'un bu yılki konferansının simgesi olacak.

yarınlara umutla bakabilmek için...



fotoğraf buradan alıntıdır.

Cuma, Nisan 28, 2006

dargın değilim

bir şarkı var, daha doğrusu şarkı değil bir enstrumental müzik. dinleyince aklıma hep eski günlerdeki hatıralarım gelir, üzülürüm bazen, bazen de içlenirim.
işte o şarkının, pardon müziğin ismi "dargın değilim".

şarkı burada.
dinlerken ne hissettiğinizi benimle paylaşırsanız sevinirim.
iyi haftasonları.
iyi geceler.

Perşembe, Nisan 27, 2006

sınır

serin ve ıslak bir bahar sabahı saat on bir. yağmur yağmıyor ama şemsiyemi kaptığım gibi sokağa atıyorum kendimi. arkadaşımla buluşuyoruz ve sonra yürüyerek minibüs duraklarına yakın bir yere gelip bekliyoruz. günlerden pazar, hava bozuk, malum yolcu olmayınca bekle dur. sonunda geliyor minibüs, atlıyoruz, istikamet bir sınır kentine.

kente varıncaya kadar her zamanki gibi yolcu inip biniyor, inip biniyor. bir adam oturuyor yakınıma, nahoş kokular geliyor, ekşitmiyorum suratımı, kapamıyorum burnumu. aklıma “Ah Kalbim” filmi geliyor, şemsiye filmi diyorum ben ona. içinde koyun ve tavuğun olduğu otobüs geliyor aklıma, sağa sola bakıyorum üstelik, var mı acaba bu tür bir şey diye.
sonra bir kadın biniyor, incecik dal gibi. bir oğlu var, bir kızı, bir de kucağında bebeği. düşünüyorum, kim bilir daha kaç tane doğuracaktır bu kadın, şu yaşında üç taneyse… oğlan kusuyor sonra minibüse, kadın telaşlanıyor, millet şikayete başlıyor, ister istemez yüzümü ekşitiyorum ama yadırgamıyorum hiçbir şeyi.
etraf dümdüz, buğdaylar başak verecek kadar büyümüş, her taraf yemyeşil.
bir yerde toplu lojmanlar gibi duran aynı tip bir sürü ev yolun solunda sıralanıyor. arkadaşım, zamanında buraya Türklerin getirilip yerleştirildiğini anlatıyor. o zamanlar Araplar çoğunluktaymış o kesimlerde.
önce yakınlarda bir tel örgü görüyorum, sonra o tel örgüye gittikçe yaklaşıyoruz, yaklaşıyoruz ve sonunda hemen dibinde bitiyoruz, yol o tellere paralel ilerliyor.birinin ya da bir devlet kurumunun arazisi diye düşünüyorum önce. arkadaşım “işte sınır” deyince inanmıyorum, böyle sınır mı olur diyorum, hem sınır telinin dibinde yol mu olur, sınır teli böyle ince küçük bir şey mi olur, hani mayınlı arazi?
düşündüğüm, öyle tahmin ettiğim hiçbir şeye benzemiyor. sadece boyu benim kadar spiral şekilde bir tel örgü. telin hemen solunda yol. sınırın öteki tarafı Suriye. mayınlı arazi Suriye tarafındaymış. biraz sonra sınır karakolunun nöbetçi kulesini görüyorum, sonra da karşı taraftaki sınır köylerini.
şaşırıyorum gördüklerime, sınır sadece düz ve spiral tellerden ibaret, koskoca ülke sınırı. “bütün her şey bu incecik tel için mi? “ diye soruyorum kendime, garipsiyorum, yadırgıyorum ve üzülüyorum.
şimdi Türkiye’deyim, bir adım atsam Suriye’de olacağım, işte her şey bu kadar basit.

eğer sınır görmediyseniz, bir gün mutlaka gidip görün. öyle gümrük kapısı falan da değil, işte böyle tellerin dibine kadar gidin ve görün hayatın işte bu bir adım kadar basit ve boş olduğunu.
sonra oturun bir daha izleyin Propaganda filmini. işte o zaman her şeyi çok daha iyi anlayacaksınız.

Salı, Nisan 25, 2006

ya siz?

soğuk bir kış gecesi...dışarıda derin bir sessizlik...
kuru bir ayaz ya da lapa lapa yağan bir kar... odada yalnız ben, pencerenin hemen yanında...
sadece sokak lambalarının yansıyan ışığında bir fincan sıcak çay ve Radiohead melodileri.

ya da ılık bir bahar gecesi...
dışarıda bazen şiddetli, bazen usulca yağan yağmur...
ya da açık bulutsuz bir gökyüzü ve yeni canlanan haşeratın, belki uğursuz kuşun gece serenatı...
çakan şimşekle aydınlanan ya da yıldızların ve ayın ışığıyla yıkanan odada Radiohead melodileri.

en çok da sıcak bir yaz gecesi... tıngır mıngır eski bir mercedes araba... ve bomboş sokaklar...
ya da bir bozkırın ortasında bozuk tali bir yol... ve cırcır böceği cıvıltılarıyla Radiohead melodileri.

ya siz?
siz, müziğiyle kimin size eşlik etmesini isterdiniz?

Cuma, Nisan 21, 2006

künefe

geçen gün kocaman bir dilim künefeyi mideye indirirken aklıma diyet yapan kadınlar geldi. tatlı sevmeyen çok az insan vardır herhalde, düşünün ki önünüze koydular bir tabak peynirli künefe, hadi abartmayalım kaymak da olmasın üstünde... kimin iştahı kabarmaz ki...
kendimi o diyet yapan kadınların yerine koydum:
akşam yemeği yemem, yarın daha çok spor yapar farkı kapatırım, hatta yarın akşamki yemeği de unutabilirim gibisinden düşünüp içleri gitse de tatlıyı mideye indirmeler. sonra bu leziz tatlıyı yiyebilmenin verdiği hoşnutluk ve diyeti bozmak adına da bir pişmanlık... aman olan oldu diyerekten de olayı kapatıp unutmalar...
ertesi günü daha fazla yapılan spor, sonra spordan kaynaklanan bir yorgunluk ve onun getirdiği açlık, çok yoruldum sonra hasta olurum diyerekten yine yemek yemeler... bu böyle gider.

bunca sıkıntı varken kadınların bir de üstüne hayattaki en güzel şey olan yemek yemekten mahrum kalmaları fena bir şey, hem de çok fena.
meğer kadın olmak ne zormuş...

Perşembe, Nisan 20, 2006

süper star

Sibel Tüzün'ün Eurovision şarkısını kimse beğenmiyor ama ben beğendim. güzel, eğlenceli, hareketli bir şarkı bence. Eurovision' da yarışacak kadar kaliteli değil kabul ediyorum ama iğrenç, berbat, felaket vb. türü ithamları da hak etmeyen bir şarkı.
buradan şarkıyı ücretsiz olarak indirdim ve tekrar tekrar da dinliyorum. şarkının ingilizce remix versiyonu çok güzel olmuş, en çok da onu sevdim.
belki iyi bir derece almayacak ama bu iş Sibel Tüzün için iyi bir reklam aracı oldu. nitekim yakında yeni albümü de çıkıyormuş. eskiden şarkılarını dinlerdim ama kendisini pek tanımazdım. şimdi gerçekten çok sevdim ben onu, bence süper star olabilecek bir bayan kendileri.

umarım başarılı olur, hiç yoktan ilk beşe girer diyorum. belki sürpriz yapar ikinci falan olur, hepimiz şaşar kalırız, ne dersiniz? malum, zamanında çok bilmiş eleştirmenler "every way that i can" i de yerden yere vurmuşlardı ama birinci olmuştu şarkımız.

Çarşamba, Nisan 19, 2006

rekabet

ben ilkokuldayken biz öğrencilere fındık, bisküvi, meyve suyu falan dağıtırlardı. bunların dağıtıldığı gün biz öğrencilerin keyfine diyecek olmazdı, hepimiz o kadar sevinirdik ki, afiyetle yerdik onları. sonra da keşke bir tane daha alabilsem diye iç geçirirdik. ben en çok da fındığa sevinirdim, bayıla bayıla yerdim hepsini. annem “yeme, bana getir ki sana pasta yapayım” derdi, kimi zaman yerdim, kimi zaman büyük bir iradeyle yemez, eve götürürdüm. herhalde fındıklı pasta fikri daha cazip gelirdi bana. annemin niye böyle yaptığını da anlamazdım, halbuki marketten de alıp yapabilirdi. yine de yemeyip götürdüğüm günler olmuştu, sırf annem istediği için yapmıştım bunu belki de ama benim olan fındıkla yapılan pasta daha bir başka görünürdü gözümde.
ilkokul öğretmenimiz sınıf başkanını yazılı notuna göre belirlerdi. ilk beş kişi her biri bir gün olmak üzere sınıf başkanlığı yapardı. ilk başkanlığı yapan ben olurdum; çünkü en yüksek notu genellikle ben alırdım. bir günlük başkanlık beni hiçbir zaman tatmin etmezdi, halbuki hep ben olmalıydım başkan, çünkü en yüksek notu ben almıştım. kızardım içten içe öğretmenime; ama böyle yapmasaydı da hep ben başkan olacağım için öteki arkadaşlarım bu gurur verici işi ( o zamanlar böyle düşünürdük) yapamayacaklardı. bunu sonradan anladım.

ortaokulda sık sık başkan oldum ama hiçbirinden keyif alamadım ilkokuldaki gibi. artık benim için bir anlamı kalmamıştı bu işin, çünkü rekabet yoktu, çaba yoktu; kimse başkan olacağım diye derslere asılmıyordu. başkanlığı bırakmak istediğimi defalarca söylemiştim sorumlu öğretmenime ama bu işi en iyi benim ve partnerimin yapabileceğini söyleyerek izin vermemişti buna.
İstediğim mevkii kolayca elde etmiştim ama artık bir özelliği, bir anlamı kalmamıştı benim için. çok aradım ilkokuldaki rekabeti. kızdığım öğretmenim aslında ne kadar iyi bir iş yapmıştı da bunun yeni farkına varmıştım.
mutlu olmak için gerekli anahtarlardan birisi de buydu: rekabet.

Salı, Nisan 18, 2006

amaç-çaba-zafer

bir insan istediği bir şeyi emek harcamadan elde ederse elde ettiği şeyden ne kadar zevk alabilir?
emek, bir şeyi değerli kılar, ona ulaşmak için çaba harcamışsınızdır, elinize geçince de asla kaybetmek istemezsiniz, verdiği mutluluk ise tartışılmazdır.
ve kutsaldır o şey artık.

düşünün ki bir petrol zengini sultanın oğlu ya da kızısınız ve tartışılmayacak kadar güzel ya da yakışıklısınız. İstediğiniz her şeye sahipsiniz ve hoşlandığınız bir insan tereddütsüz sizin eşiniz olmaya hazır.
bir zaman sonra hayat sıkıcı olmaya başlamaz mı?
belki elde ettiğiniz şeyler bir süre size mutluluk verecektir ama ya sonra?
sonra o da yetmeyecektir, siz daha isteyeceksinizdir ve sonra dahası da yetmeyecektir. bir zaman gelecek, hayat artık çekilmez olacaktır.
mutluluk vermiş olsa bile, kolay kazanılmış olan bir şey olduğu için, sizin için hiçbir kutsallığı olmadığı için, verdiği haz bile emeğin karşılığı sonucu elde ettiğiniz hazza yetişemeyecektir ve siz bu hazzın büyüklüğünü hiçbir zaman anlayamayacaksınızdır.

çalışmak, çaba sarf etmek de kutsaldır. ve emeğiniz hiçbir zaman boşa gitmeyecektir. belki ulaşmak istediğiniz yolda harcadığınız emek, sonuç getirmeyecektir ama bir gün, bir yerde, başka bir şekilde karşılığı size peşin peşin ödenecektir.

Pazartesi, Nisan 17, 2006

eğlencelik (!) bir olay

geçen cuma AÜ Ziraat Fakültesi'nde 2. Cansuyu Bayramı vardı. şenlik sırasında kampusta olaylar çıkmış, dışarıdan bir grup okulu basmış falan. ben o sırada arkadaşımı aradım, olaylardan ve nerede olduğundan da haberim yok. " şu anda nerdeyim biliyor musun?" diye sordu, gürültüden anlaşamadık ve telefon kapandı. ben herhalde tenha bir yere gidip beni arayacak diye düşünürken bir saat geçti, beni aradı ve durumu anlattı. " okulu bastılar, telefonu kapadığım gibi kaçtım, kusura bakma." derken ben gülmeye başladım. "keşke ben de orada olsaydım, birlikte kaçardık!" diye keyifleniyordum. şimdi okul kantininde olduklarını, polisin dışarı çıkarmadığını söyledi, ben de " yoksa tuvalete mi saklandın, ben olsam en üst kata çıkar, millete nanik yapardım" diye eğleniyordum. o da bana " macera yaşamak istiyorsan buraya gel!" diyerek gülmeye başladı ve sihirli kelimeyi söylemiş oldu.
vaziyet çok kötü elbette, bir bayram günü, millet konsere gelmiş ve olay çıkıyor, benim aklımsa macerada. birine bir şey olsa ya da benim başıma bir şey gelse böyle konuşamayacağım tabii ama huyum kurusun, kötü şeylerden bile kendime eğlence çıkarabiliyorum. doğru mu yanlış mı bilmiyorum ama içimden böyle geliyor, böyle yapıyorum.hem yalnız ben değilim bunu yapan. ben eğleniyorum ama başkaları bu işe ne der, işte onu da bilmiyorum.

Cuma, Nisan 14, 2006

içimizde bir yer

gökyüzü karanlık ve yıldızlar parlıyor.
ruhumuz karanlık ve iyiliklerimiz mi parlıyor, yoksa geniş bir iyiliğin içinde kristal iğneler gibi parıldayanlar kötülüklerimiz mi?
sonsuz, sessiz ve geniş bir iyiliğin içine mi yerleştirilmiş kötülüklerimiz, yoksa sonsuz kötülüğün içinde parlayan ışık vahaları mı iyiliklerimiz?
ve biz bunlardan hangisini isteriz?
iyiliklerimizin parıldamasını mı, yoksa kötülüklerimizin parıldamasını mı?

bu kitabı okuyun, içinde kendi hayatınıza dair bir çok şeyi bulacaksınız.
ve çözemediğiniz bir çok sorunun cevabını.

Perşembe, Nisan 13, 2006

mavra!

bugünü okuma günü ilan ettim kendi kendime. dedim ki yeter artık bitireceğim şu biriken kitaplarımı. oturdum, biraz okudum geri kalktım, dolandım, dolandım, sonra yine oturdum, sonra yine dolandım, dolandım…
sokak kedisini sevdim ellerimle mıncıklaya mıncıklaya. o kendinden geçmiş halde baygın baygın bana bakarken aklıma evimizin bir alt sokağındaki köpek geldi.
ne zaman o sokaktan geçsem o çok güzel evin çok güzel bahçesindeki sevimli köpeği yanıma çağırır, demir kapının parmaklıklarının arasından sever, okşardım keyifle. o da dilini çıkarır malum köpek solumasını yapardı.
bir gün yine çağırmıştım onu, geldi yanıma, ben onu severken o benden vazgeçti ve o esnada sokaktan geçen bir köpeği süzmeye başladı. anladım hemen, dişiydi o köpek, kuyruk sallıyordu buna, bu da coşmuştu tabii.
ondan sonra çağırmadım o köpeği yanıma, sevmedim onu bir daha.
bıraktım kediyi sevmeyi.
siren sesi geliyordu yakınlardan, ne ambulans ne itfaiye, hiçbir şeye benzetemedim sesini.
gittim biraz daha okudum kitap, sonunda bitirdim.
yine siren sesi geliyordu yakınlardan, bu sefer ayırt edebildim, ambulansın sesiydi.
yeni kitaplar beni bekliyordu.
ama okuyamadım.
bitense sadece elli dört sayfa.

Çarşamba, Nisan 12, 2006

oyun

hayatın ne kadar hızlı aktığının farkında mıyız?
sabah oldu mu hemen akşam oluyor, akşam oldu mu da sabah…
dönüp duruyor topaç gibi.
geceler gündüzleri kovalıyor, gündüzler geceleri…
pazartesi oldu mu hemen hafta sonu geliyor, yani pazartesi oldu mu başlayacağı yerde bitmiş oluyor hafta..

işte yine akşam olmuş, sihir gibi.
her gün sayfaları doldurup koparıyoruz defterden, an gelecek, boş sayfa da kalmayacak, biz de kendi elimizle doldurduğumuz sayfalarla birlikte toplanıp gideceğiz.
bir tiyatro sahnesindeki oyuncuların rolü bittiğinde çekilmesi gibi biz de çekileceğiz hayat sahnesinden.
hayatta olanlarsa ya bizi alkışlayacak, ya da beğenmeyip oyundaki rolümüzü, susup oturacak.

oyun bittiğinde alkışlanmak için bugün ne yaptın?

Salı, Nisan 11, 2006

tik tak tik tak...

olduğunuz yaştan daha genç mi göstermek istersiniz yoksa gösterdiğiniz yaşta mı olmak istersiniz diye sorsalar herhalde gösterdiğim yaşta olmayı tercih ederdim.
zaten olduğundan daha genç gösteriyorum, önümde tek bir seçenek kalıyor benim.
ama bazı insanların daha genç göstermek için döktükleri bunca para, bunca uğraşı düşündükçe “ ben bu kadarına razıyım, ne gerek dahasına” dediğim çok oluyor.
belki hiçbir zaman genç kalmak için uğraşmayacağım; ama kaybettiğim yaşımı da hiçbir zaman geri alamayacağım.
geri dönüp tüm yaşananları temize çekmek, hataları içinden ayıklayıp yeniden başlamak isterdim.
ve de o yaşlarımın kıymetinin ne kadar büyük olduğunun bilincinde olmak isterdim.

gençlik ne kadar büyük bir nimetse, genç görünmek de hemen ondan sonra gelebilecek büyüklükte bir nimet aslında…
o yüzden hayatımın her saatini boşa geçirmemek gayretiyle yaşıyorum bu hayatta.
bir de becerebilsem hakkıyla…

Pazartesi, Nisan 10, 2006

sobebiyografi II

en beğendiğim huyum... olaylara soğukkanlılıkla yaklaşabilmek.
hiç beğenmediğim huyum... kararsızlık, bir kanalı izlerken aklım ötekilerdedir, acaba diğerlerinde ne var; ya da aynı anda bir çok şehirde yaşayabilir miyim, bir çok meslekle uğraşabilir miyim falan. durum vahim mi doktor?
en sevdiğim yerim... bilmem hiç düşünmedim:)
hiç beğenmediğim yerim... hiç bir yerim!
arabamın markası... araba mı o da ne?
hayalimdeki araba... Seat Altea
en sevdiğim yemek... katıklı ekmek; siz bilmezsiniz, yöreseldir.
hiç sevmediğim yemek... envaiçeşit patlıcan yemeği.
en sevdiğim hayvan... envaitürlü kuş.
en korktuğum hayvan... çiyan; bahçemizde istemediğim kadar var.
kullandığım parfüm... adidas.
her gün mutlaka yaparım... kahve keyfi!
her gün yapmayı ihmal ederim... spor, maalesef.
karanlıktan korkar mıyım... yoo, hatta bayılırım, gece karanlığında evin içinde hayalet gibi gezerim sessiz sessiz; hiç ışık yakmam, tuvalet hariç:)
korkutmayı sever miyim... ona da bayılırım!
giyim tarzım... spor.
asla giymeyeceğim... takım elbise.
cep tel markası... nokia
bilgisayarımın markası... casper
karşı cinste aradığım özellikler... eh tabii ki dürüstlük ve içtenlik.
karşı cinste hoşlandığım tip... sarışın olmasın bi de esmer tenli olmasın yeter.
en beğendiğim oyuncu... Perran Kutman.
benzetildiğim ünlü... çocukken beni Erdal İnönü' ye benzetirlerdi, öyle ki mahalle esnafı beni İnönü diye çağırırdı; ama şimdi kimseye benzetmiyorlar. bende profesör ve doktor tipi varmış, ikisine de çok benziyormuşum.
film çevirmek istediğim bir oyuncu... malumunuz Perran Kutman.
hangi dalda sporcu olmak isterdim... buz pateni, uçarcasına!
yaparım dediğim bi çılgınlık... o kadar çok ki hangisini sayayım, zaten bol bol çılgınlık yaparım, bir gün okula pijamayla gideceğim, şimdilik tasarı aşamasında bu:)
asla yapmam dediğim bir çılgınlık... herkesin ortasında ilan-ı aşk ve benzeri sakil şeyler.
en büyük hayalim... cumhurbaşkanı olmak.

burcu, ipek, teşekkürlerimle.

Cuma, Nisan 07, 2006

şüphe

hayatta, içinde şüpheyi barındırmayacak kadar mükemmel bir insandan söz edilebilir mi?
hayat o kadar bilinmezliklerle dolu ki, insan gibi aciz bir canlının kudreti çoğu şeyi anlamaya yetmiyor.
milyon tuzaklar çevremizde dört dönüyor ama biz bütün acizliğimize rağmen çoğu kez tökezlemeden yolumuza devam ediyoruz.

güneşli bir öğleden sonrası.
alelacele yürüyorum, beş metre öteden genç bir bayan bana sesleniyor. yavaşlıyorum ama durmuyorum.
bana bir arkadaşının annesinin kan kanseri olduğunu, destek olmak için sattığı kalemlerden alıp almayacağını soruyor.
düşünüyorum, acaba doğru mu söylüyor?
aldatan ve aldanan o kadar çok insan var ki.
diyorum ki kendi kendime, doğru ya da yanlış, hayatımızın hangi anında şüpheye yer yok ki şimdi de olmasın?
ne zaman öleceğimizi biliyor muyuz?
bir dakika sonra ölmeyeceğimiz ne malum?

ölmekle yaşamak arasında bir yerdeyiz.

neyin olup neyin olmayacağını bilmiyoruz.
hayatımızı şüpheyle sürdürüyoruz.
bütün bunları kabullenirken neden bunu da kabullenmiyoruz?
neden, bilmesek de o genç bayanın söylediklerine inanıp ona yardım etmiyoruz?
üstelik ne kadar doğru olabileceğini tartıp tahmin edebilecek bir aklımız da var.
aklımız tamam dediyse şüpheye aldırmamazlık edemez miyiz?

tekrar hızlanıyorum, arkamdan bitiremediği cümlesini bitiriyor genç bayan.
ve ben yardım edememenin üzüntüsüyle bütün bunları düşünüyorum.
geri dönmek istiyorum ama şüpheye yenik düşüyorum.
yine de anlattıklarının doğru olduğuna inanmak istiyorum ve de öyle yapıyorum.

Çarşamba, Nisan 05, 2006

sobebiyografi

Einstein'in sobelediği kimdir ve neden?
önce fizikçiler ve tabii ki sonra da insanlık... buluşları bugün fizikçilerin çok işine yaramaktadır ve bütün insanlık da bunlardan faydalanmaktadır elbette.
okuduğumda beni en çok etkileyen kitap?
Nithsche Ağladığında-Irvin Yalom... okumadan önce bana söylemişlerdi etkisini ama inanmamıştım, doğruymuş! harika bir kitap; ama üslubu biraz ağır.
takip ettiğim dergi?
National Geographic, hayat adına ne ararsanız var.
günlük okuduğum gazete?
Hürriyet, gazete adına bana çok şey veriyor.
en yaramaz çocukluk anım?
uzunca bir düşünmem lazım aslında, aklıma gelen ise terzihanenin camını kırıp kaçmam ve anname uykum geldiğini söyleyip uyumam; sanki hiçbir şey olmamış gibi.
televizyon yapımcısı olsam yapmak istediğim program ne olurdu?
sağlık programı yapmak isterdim; telefonla ve elektronik postayla sorular da cevaplanırdı.
ayrıca haber spikeri de olmak isterdim. bu liste uzar gider...

Tarkan, teşekkürlerimle.

Cuma, Mart 31, 2006

bir şarkıdır yaşamak

hayat nedir diye sorarlar ya bazen, yaşamak neye benzer; böyle söylerim bende onlara: hayat bir şarkıdır, içinde benim de, senin de, diğerlerinin de olduğu, bizi bize anlatan bir şarkı.
hani hep denir ya “ bu şarkı bana yazılmış sanki! “ diye, öyledir zaten, kaçımızın hayatı birbirine benzemeyecek kadar uzaktır ki?
hayatımızdaki ortak noktaları bir şarkıda buluşturmuştur ve bize sunmuştur bestekar. ya müzik sözlerin ahengine uymuştur, ya da sözler müziğin ahengine.
ve biz bütün gün hep aynı liriği, aynı melodiyi dilimize dolamış, belki sabahlara kadar susmamışızdır.
belki sonra başka başka şarkılar girmiştir hayatımıza, artık onlardır dilimize dolanan.
hepsi hayatımızdan bir kare sunar bizlere. o kareyi ömür boyu saklar şarkı, acı da olsa tatlı da olsa sakladığı anı, silip atamazsınız onu, söküp alamazsınız ondan.

zaman akıp gider, nice şarkılar geçer hayatımızdan; siz farkında olmadan kare kare saklarsınız ömrünüzün kalıntılarını.
sonra dile gelir şarkı, ya da duyulur sesi bir yerden… alıp götürür sizi o şarkının karelediği zamana, o âna.
iç geçirir, özlem duyarsınız sonra.
acı bile olsa hoş gelir size hissettikleriniz.
çünkü yaşamıyorsunuzdur artık onu, sadece izliyorsunuzdur.

gün gelip de eski bir şarkı götürürse sizi uzaklara, o gün “keşke” dememek için, şimdi bir kez daha bakın hayatın yüzüne… yaşadıklarınıza, sahip olduklarınıza, hatta şu anda bu yazıyı okuduğunuza bile…
işte şimdi o kareleri yaşamak elinizde.
hadi şimdi daha bir keyifle yaşayın bu kareleri.
size bir şans verildiğini, o keşke deyip de tekrar yaşamak istediğiniz ana gönderildiğinizi düşünün.
ve yaşayın hayatı…
doyasıya…

Perşembe, Mart 23, 2006

nergis

haberini aldım.
bahar gelmiş uzaklara. ağaçlar sürgün vermiş, çiçeklerini açmış. toprak yeşile bürünmüş bereketli yağmurlarla. rengarenk çiçekler bezemiş her bir yanı...

nergis çoktan haber vermiş bu anlattıklarımı. soğuk ve yağmurlu kış günlerinde bürümüş toprağı. kokusunu dört bir yana salmış, baharı davet etmiş diyarlara. sonra müjde vermiş herkese, duymuş baharın sesini; geliyorum demiş ona... geliyorum az kaldı.
sonra gelmiş bahar, iyiden iyiye etkisini göstermiş bağlarda bahçelerde. her yer bir renk cümbüşüne dönmüş; kuşlar, arılar, kelebekler çoşkuyla dans ediyormuş her yerde. nergisi aramış binbir çeşit çiçeğin içinde, görüp tanımak istemiş o davetkar kokunun sahibini ama bulamamış. kavuşamamış o güzel kokunun sahibine.
meğer bahar aşıkmış nergise. her yıl kokusunu duyar da icabet edermiş davetine ama hep geç kalırmış. o kadar güzel kokarmış ki nergis, görmediği halde vurulmuş ona. ya bir de görebilseymiş...
güzelliği dilden dile yayılan nergis bu yüzden kaçarmış hep. bahar bir süre daha onu arar sonra o da terk edip gidermiş.
bir daha çağırsın diye nergis onu.

belki bu sefer kavuşmak için...

Cumartesi, Mart 18, 2006

doksan bir yıl önce bugün

pencerenin kenarındayım.
ıslak, yorgun bir hava var dışarıda.
yağmur gidip gelip camları dövüyor, bazen sakinleşiyor, bazen hırçınlaşıyor.
sonra yoruluyor bulutlar, gri renkleri beyaza çalıyor yavaş yavaş, dağılıp parça parça oluyorlar. ama güneşin yüzünü hiç göstermiyorlar.
ben de tıpkı onlar gibi yorgunum bugün, aklım bir gidip bir geliyor.
uzaklara... çok uzaklara...
bundan doksan bir yıl öncesine.
zihnimde canlandırıyorum yedi geminin boğazın soğuk sularına gömülüşünü.
şimdi burada, şu pencerenin önünde oturuyor ve bunları düşünebiliyorsam...
ne yapsam da onlara olan şükranımı sunabilsem diyebiliyorsam...
benim rahatım için kendi rahatlarını terk eden yüz binlerce insan sayesindedir.
ne kadar çalışsam da sizlere olan borcumu ödeyemem, biliyorum.
ama seslerinizi duyabiliyorum, istediğiniz tek şeyin " yeter ki siz rahat edin, yeter ki vatan sağolsun " demek olduğunu da biliyorum.

yağmur yine dövüyor pencerenin camlarını...

Salı, Mart 14, 2006

aslında...

günün ılık bir saatinde iki arkadaş, bu uzak şehrin uzun zamandan beri tanıdıkları sokaklarından birinde loş bir kahve evinde oturmuş çaylarını yudumluyor, eski günleri anımsatan bir şarkı mekanın her köşesini dolduruyordu.
- telefonunu bende unutmuştun ya, o gün baktım cevapsız bir çağrı vardı.
- öyle mi, kimdi?
- sanırım Ahmet' ti.
bu ismi duyunca içini bir hareketlilik kaplıyor, kalbinde bir umutla gelen sevinç beliriyordu şimdi.
- hangi Ahmet, diye sordu telefon rehberindeki iki ayrı Ahmet' i gösterirken, bu muydu yoksa bu mu?
- tam hatırlamıyorum ama sanırım ilk gösterdiğindi.
içindeki sevinç gerisin geriye gidiyordu ama hala bir umut vardı içinde.
- şimdi anlarız, kayıtlara bakalım.
baktı ama gariptir iki Ahmet de yoktu arayan listesinde.
- bilmiyorum, belki de ben yanlış hatırlıyorum, dedi ve bu bahis kapandı.
düşündü, nasıl mutlu olacaktı halbuki, onun aradığını öğrenseydi.
ne kadar olmuştu görüşmeyeli? üç ay, evet tam üç ay olmuştu. en son bir buçuk ay önce telefonda sesini duymuştu. uzaktaydı, çok uzakta. arayamazdı da şu sıralar, sadece bir hafta önce attığı mesaj... ne bir cevap vardı ne de başka bir şey.
kalktılar, hesabı ödediler. tam kapının önüne gelmişlerdi ki telefon çaldı.
ekrandaki isim Ahmet...

küçücük bir şey bile insanı mutlu etmeye yetiyordu bu hayatta. ne kadar basit görünürse görünsün, uzaktaki bir dostunun, arkadaşının, sevdiğin bir insanın sesini duymak, ben mutluyum diyebilmek için yetiyordu aslında.

Perşembe, Mart 09, 2006

görülen ve hissedilen

Çalıkuşu ile lise hazırlık yıllarımda tanışmıştım ben. kitabın kahramanı Feride’ ye aşık olmuştum. aslında aşk değildi tabii, sadece ben öyle zannediyordum. yüzünü görmediğim ama bütün iç dünyasını tanıdığım bu hayali kahramanı neden bu kadar çok sevmiştim acaba? ruhunun derinliklerini en ince ayrıntılarıyla tanıdığım, acılarını, sevinçlerini, mutluluklarını, hayal kırıklıklarını kendisiyle birlikte benim de bildiğim ve hissettiğim için miydi bu sorunun cevabı…

aylardır görüşmediğim bir dostumu bu kadar çok özlemem, onunla geçirdiğim günleri anıp o zaman farkında olmadığım şeyleri şimdi hissetmem; onu özlediğimi fark ettiğimde, aslında ne kadar çok şey yaşadığımızı ve onu ne kadar çok sevdiğimi anlamamdan mı kaynaklanıyordu?
bunları anlamam ve bir gün tekrar buluştuğumuzda farklı bir şekilde onu karşılayıp farklı bir şekilde ona sarılmam, onun elini tutmam, aslında ayrılığın da güzel bir şey olabileceğini, hayattaki hiçbir şeyin; ayrılığın, acının, ölümün… bazen ne kadar da çok işe yarayabileceğini anladıktan sonra boş olmadığını öğrenmemi sağladı benim.
ayrılık güzeldi aslında. görünen gerçeğin ötesinde duygularla buluşmamı sağladı, belki de görünenin değil de hissedilenin daha önemli olduğunu kavrattı bana.
Feride’ ye, bir hayal kahramanına böylesi duygular beslememin açıklaması da buydu galiba.
bunları anlamak bir çok sorunun da cevabını bulmamı sağladı hayatta.
neden arzu ettiğimiz şeye ulaştığımızda, ona ulaşmadan önceki hislerimizin aynısına ulaşamadığımızı anlamamı sağladı.
neden hayal ettiğimiz gibi hissedemeyeceğimizi, hiçbir şeyin hayallerimizdeki gibi tatlı olmadığını anlamamı sağladı.
şundan emindim ki, Feride gerçek olsaydı ve ben ona ulaşsaydım, her şey o anda son bulacaktı ve ben tatlı bir rüyadan uyanır gibi olacaktım.
neden böyleydi peki? neden hiçbir şey hayal ettiğimiz gibi güzel değildi?
cevabı uzun bir ayrılıktan sonra buluştuğum dostuma nasıl farklı, nasıl başka davrandığımda saklıydı.
hayatın böyle olması, anılardan sıyrılıp gerçeğe döndüğümde aslında olanın gördüğümden daha farklı olduğunu fark etmemi sağladı.
önemli olan görünen değildi, hissedilendi. hissedileni anlamam, görüneni değiştirmemi sağladı. aslında dostum olan kişi benim zannettiğimden daha farklı, daha önemliydi benim için.
hissedilen görüneni değiştirmişti…

eğer insanlar hissedileni görünene aktarabilseydi, şimdi dünya çok daha farklı, hayat çok daha tatlı olurdu.
en önemlisi, insan daha çok insan olurdu.

Salı, Mart 07, 2006

dört şıklı kısa biyografi

benim "en" lerim o kadar çoktur ki. oturduğum yerde yapacak bir sürü iş bulabilirim. bu yönümü çok seviyorum ama bazı durumlarda sıkıntı yaratabiliyor, anket doldururken mesela. ben bu işi de çok severim aslında.

.........yaptığınız dört iş...
bu soruyu nereye çeksem oraya gider aslında. en iyisi ben anlamak istediğim gibi anlayayım.
zaten birini söylemişim yukarıda, uzatmaya ne gerek var, geriye kaldı üç.
...okumak... belki çok klişe olabilir ama ne yapayım gerçek bu. aslında çok vakit alıyor diye şikayet ediyorum ama... en iyisi hızlı okuma kursuna falan gitmek.
...gezmek... gezmeyi sevmeyen ya da bu işi yapmayan kaç kişi var acaba? bence yok.
...hızlı yaşamak... kısacık hayatta yapmak istediğim her şeyi yapmak, bu dünyadan gözü açık gitmemek.
.........izlediğim dört dizi...
...Yağmur Zamanı... ismi çok hoşuma gidiyor.
...Aliye... bu dizinin biraz soğuk havası var ama yine de seviyorum.
...Hayat Türküsü... sanırım hiçbir diziye böylesine bağlanmadım ben. bu dizide geçenleri bizzat görüp yaşadığım için herhelde.
...X-Files... tempolu polisiye gerilimler hep hoşuma gitmiştir.
..........defalarca izlemekten bıkmayacağım dört film...
...Yüzüklerin Efendisi 1-2-3... içlerinden favorim " Yüzük Kardeşliği "
...1492 Amerika'nın keşfi... bu filmin üstüne Amerika' nın keşif filmi tanımam, tek kelimeyle muhteşem!
..........yaşadığım dört şehir...
...Antakya, Ankara...
son ikisini geleceğe saklıyorum.
.........tatil için gittiğim dört yer...
...Kuşadası...gittiğimde "burası Türkiye mi?" diye soracak kadar turist gördüğüm ilk tatil beldem.
...Van... göle iyice bakmıştım acaba bir şeyler görebilir miyim diye. yaşadıklarım sıradışıydı.
...Yozgat... küçücük ama çok sevimli, iki saatte yürüyerek şehrin tamamını gezdiğim yer.
...Ürgüp... yüksek bir tepeye çıkıp doyasıya izleyeceğiniz olağanüstülükte.
..........en sevdiğim dört yemek...
...tavuk şinitzel... grip falan vız gelir.
...tavuklu mantar sote... şöyle bol baharatlı, en çok da kekik olmalı. mantar sote dedim, çünkü mantara bayılırım. aslında ismi mantarlı tavuk sote.
...pizza...öyle bir şey ki bir kez yediğimde bir ay kadar yemiyorum, böyle de doyurucu.
...kuru fasulye- pilav... onsuz hayat düşünülemez!
..........şimdi olmak istediğim dört şehir...
...Sydney... bence dört dörtlük, yaşamayı çok ama çok istediğim şehir.
...Valencia... yaşamak istediğim şehirlerden bir tanesi. Akdeniz' den vazgeçemiyorum ben...
...Tokyo... hayatın hızlı aktığı şehir. tam istediğim gibi yani.
...Montreal... ismi gibi soğuk ülke Kanada. gerçi kan deyince aklıma sıcak geliyor ama...

İpek, teşekkürlerimle.

Cuma, Mart 03, 2006

tutku

Ankara' ya günün ilk ışıklarında ulaştım hep. bazen ılık, bazen buz gibi soğuk bir sabahta...
" altı yüz seksen kilometrelik bir yolculuktan sonra başkentimiz Ankara' ya hoşgeldiniz! " diyen bir sesle uyanır, önce ODTU ormanını seyreder, sonra kocaman bir hoşgeldinizle bizi karşılayan Dikmen' in yüksek apartmanlarından tüten beyaz dumanı seyre koyulurum. hava soğuk ama evler sıcacıktır" derim içimden. Ankaralı yeni güne uyanmakta, Başkent hareketlenmeye başlamaktadır yavaş yavaş.
Kızılay' da sabahlar sakin geçer, çok kimse olmaz kaldırımlarda. ama öğlen olmayagörsün, iki kişi yan yana zor yürür.
kimbilir kimler yürümüştür o kaldırımlarda ve diğer kaldırımlarda; Ankara' nın her köşesinde.
Atatürk, İsmet İnönü...
ve kimbilir hangi sahneler yaşanmıştır cadde ve sokaklarında.
insan bunların şuuruyla baktığında etrafına, daha bir başka oluyor Ankara.

soğuk bir günde tanıdım Ankara' yı.
ismi gibi soğuk Ankara, soğukla özdeşleşti ruhumda.
ve hep söylediler bana " Ankara bir tutkudur." diye, inanmadım onlara. ama artık inanıyorum, hem de bütün kalbimle.
bir tutkudur Ankara...
bir kere tutulmayagör, kolay kolay vazgeçemezsin.

Perşembe, Şubat 23, 2006

dursun zaman

hayat sadece bizim tarafımızdan bakıldığı gibi midir? biz nasıl istiyorsak öyle mi olmalıdır?
hayata nasıl bakarsam o kadar güzel olur ya da o kadar çirkin olur, öyle mi? peki ya benim baktığım şekilde değilse hayat?
kalabalık bir yerde dur ve bak etrafına, insanlara. hangisi hangi dertte bilebilir misin? benim baktığım pencerede ben sadece bunları görüyorum, ya dahası?
ben kendi derdimle yanıyorum, kendi derdimi düşünüyorum. peki ya sen hangi derttesin, hangi sıkıntıyla kavruluyorsun acaba? benimki mi daha yürek yakıcı, yoksa seninki mi?
kim ve ne olursa olsun, ben sadece kendim için varım, işte dünya malesef böyle bir yer. herkes hayata kendi penceresinden bakıyor ve kimse bir başkasının ne ve nasıl olduğunu bilmiyor.
birisi aşkıyla kavruluyor, ötekisi borçlarıyla. berikisi doğan çocuğuyla seviniyor. bir başkası da çocuğunun sıkıntısıyla düşünüyor.

zaman dursa ve ben bunların hepsini öğrenebilsem, aslında ne kadar sıkıntısız olduğumu anlayabileceğim ötekilerin yanında. meğer benimki devenin yanında pireymiş.
öyleyse dursun artık zaman ve ben bütün olanları anlayayım diyorsan durdur zamanı. durdurabilir misin? hayır.
öyleyse yapman gereken kendi yağında kavrulmak. bu benim dünyam, ben istemesem de böyle olmuşsa yapacak bir şey var mı? yok ya da var, ne olursa olsun sen sensin. dünyan da senin dünyan.
şimdi bırak başkasını, sen en iyisi için çalışmaya başla. zamanın durmasını beklersen bırak yerinde saymayı, geriye dönersin, dipsiz bir kuyuya benzeyen geriye.
bırak, aldırma insanların bencilliğine. sen eğer gerçekten güzel düşünüyorsan, bir gün mutlaka senin gibi düşünen biriyle karşılaşırsın.hayatın yağında kavrulmaya bak ve hiçbir şeye aldırma. yapabileceğin kadar varsın, daha fazlası için uğraşma. sen sana düşeni yap ve çekil sahneden. yoksa kaybeden sen olursun.

Pazar, Şubat 19, 2006

ah biz erkekler!

sabahın yedisinde yola düşüp üniversiteye giden bir arkadaşımı adamın biri motosikletiyle rahatsız etmiş. dönüp dolaşıp üstüne sürüyor ve laf atıyormuş malum. epey bir peşini bırakmamış üstelik. akşam eve dönerken bana uğradı, olanları anlattı, ne de olsa eski bir dostuydum. moralinin çok bozulduğunu, korktuğunu; içini bana döktüğünü ve rahatladığını söyledi. bir erkeğin yaptığını gelip yine bir erkekle paylaşıyor ve rahatlıyordu. arkadaşımın bana güvenmesi beni mutlu etti ama o anlatırken benim içim sıkılıyordu. sonuçta ben de bir erkeğim, hemcinsimin yaptığı bir şey beni bir kızın önünde çok utandırdı.

"ah biz erkekler!" dedim içimden...