Pazartesi, Ağustos 29, 2005

hibakuska *

çoğu insan ölümü hak eder, çoğu ölü de yaşamayı.ama hayat insanları elemeye tabi tutmuyor, kurunun yanında yaş da yanıyor.

neden insanlar ölümü hak eder? insan şöyle bir zihnini kurcalarsa bu soruya bir sürü cevap bulabilir. kimdir ölümü hak eden, kim değildir? insanın biligisi bunu anlamaya yetmez. bizler sadece olanı seyrederiz, ölenin ardından acı içinde kıvranır, gözyaşı dökeriz; ya da tam tersi seviniriz. elbette bütün insanlar ölecektir, o zaman da şöyle bir soru akla geliyor: madem herkes ölecek, o zaman herkes ölümü hak ediyor olmalı! mesele kişinin ecelinin dolup ölmesi de değildir, mesele ölümü hak edenin ecel dışı bir olguyla hayatına son verilip gereken cevabın sunulmasıdır. alimlerden birinin ileride kötü bir insan olacak diye genç bir çocuğun hayatına son vermesi gibi. ne kadar acı bir durum olsa da, bu anekdotta bilinen bir gerçek vardır. o gerçekten hareketle hükmü verilmiş , böylece ileride yol açacağı kötü durumlar önlenmiştir. insan ne olacağını bilemez, olacakların da önüne geçemez; içinde bulunduğu ana hükmedebilir sadece.

şimdi düşünelim, Japonya'ya atılan atom bombası binlerce insanın ölümüne, geride kalanların da bir çok sağlık sorunlarıyla karşılaşmasına yol açtı. hayatını kaybeden onca insan içinde ölmeyi hak eden de vardı, hak etmeyen de. o insanların hepsi yaşasaydı, acaba şimdiki durum, dünya düzeni nasıl olurdu? bunu elbette bilemeyiz, belki daha iyi olurdu, belki de daha kötü. sonuçta ölen bir sürü insan var, iyi de olsa kötü de olsa. biz insanlar ne kadar üzülsek, acısak da bu duruma, hayatın acımasızlığı karşısında yapacağımız bir şey yoktur.

biz insanlar, dünya üzerindeki hakimiyetimiz boyunca bir sürü hüküm verdik, bundan sonra da vereceğiz. bizim yapamadığımızı da tabiat üstlenecek; tıpkı geçmişte de üstlendiği gibi. depremler, seller, volkanik patlamalar, salgın hastalıklar...bütün bunlar olurken kurunun yanında yaş da yanacak. insan, bunları yaşamak için mi geldi dünyaya, bu acıları çekmek için mi geldi?
bu soruyu işte o insanlara sorun: Hibakuskalara. onlar eminim cevabını çok iyi bilecektir.

*Hibakuska:cehennemi gören. Japonlar atom bombasından sağ kurtulup hala yaşayanlara böyle derler.

Perşembe, Ağustos 25, 2005

bir hikaye...

günler çabuk geçeceğe benzemiyordu dersler başladığında. sıkıcı geçecek ilk haftayı sağda solda gezinerek, biraz da kitap karıştırarak geçirecekti. sınıfındaki insanları henüz tam olarak tanımıyordu; kimisiyle tanışmış, kaynaşmıştı; kimisi sadece selam veriyordu; kimisinin de varlığından haberi yoktu. biten bir günün ardından sınıftan çıkmadan yanındaki arkadaşına yarınki dersleri sordu ama o da bilmiyordu. o esnada yanından geçen öğrencinin kolunu tuttu, yüzüne baktı, daha önce hiç görmemişti onu. sordu yarınki dersleri kolunu bırakmadan; cevabını aldıktan sonra teşekkür etti ve bıraktı kolunu; o ise yoluna devam etti. gözlerinin içi gülüyordu kendisine bakarken; yeşildi gözleri, yemyeşil. gözden kaybolana kadar baktı ona, etkilenmişti sanki, bilmiyordu.
ertesi gün, anlamadığı bir şekilde gözleri onu aradı sınıfta. onu izlemek, gözlerine bakmak hoşuna gidiyordu. o gün bittiğinde hala aklındaydı, anlamıştı artık ondan hoşlandığını. ama hiç umutlanmadı, üzerinde de fazla düşünmedi. o hafta bittiğinde bir iki kez daha konuşmuş, göz göze gelmişlerdi. hafta sonu sıklıkla düşündü yaşadıklarını. birkaç gün içinde hızla büyümüştü ona beslediği duyguları; hafta başını bekleyip durdu tekrar görebilmek için.
o gün geldiğinde, sınıfa geçmişti öğrenciler ama öğretmen gelmemişti henüz. önündeki sırada oturuyordu, kendisi de bir yandan onu gözlüyor, bir yandan da arkadaşıyla konuşuyordu. birden arkasına döndü, gülümseyen gözlerle kendisine baktı, hiçbir şey söylemedi. o da hiç çekinmeden ona baktı, yürek atışları hızlanmış, içini tatlı bir duygu kaplamıştı ve saniyeler geçtikçe daha bir haz veriyordu bu duygu. önüne döndüğünde kendisine nedensiz olarak dönüp bakması o kadar hoşuna gitmişti ki... artık bir şeyler hissedebiliyordu; düşünüyordu, acaba o da mı... yoksa neden sebepsiz baksın ki diye düşündü. o gün hep bu anı hayal etti, o hazzı tekrar anımsadı, o kadar güzeldi ki.
günler geçiyordu, artık daha bir yakındılar birbirlerine; göz göze gelmek ikisini de korkutuyordu, bunu o kadar iyi anlıyordu ki. kendisine bakmıyordu; çünkü bakamıyordu, bunu biliyordu. hiçbir şey sormuyordu, bir şey istemiyordu; sebebi buydu işte. aynı şeyleri kendisi de yapamıyordu. artık onun önünde oturuyordu ve arkasını dönemiyordu, dönse de bakamıyordu yüzüne, ama onun kendisine baktığını görebiliyordu. bu onu o kadar mutlu ediyordu ki...
yine de birbirlerine bakma arzusuyla çırpınıyorlardı ikisi de. arkadan ona seslenip kitap, defter istiyordu; sırf yüzünü görebilmek için. aslında ihtiyacı yoktu, şöyle bir göz atıp bakıyormuş gibi yapıyor ve tekrar veriyordu aldığı şeyi; o da tekrar yüzünü göreceği için sevinçle alıyordu ellerinden.
bir gün sırf ellerini tutmak, sıcaklığını hissetmek için anlamsız bir bahaneyle ellerini sıktı; o an yüreğindeki hazzı anlatabilmesi mümkün değildi. o sıcaklığı hala hissedebiliyordu yüreğinde o anı düşünürken. her şey açıktı, seviyordu, çok seviyordu. o da onu çok seviyordu, belki de kendinden daha fazla. madem böyleydi, söylemeliydi artık, bunun zamanı gelmişti. söylemekten çekinmiyordu, o cesareti kendinde bulabiliyordu. ama nasıl söyleyecekti?

günler hızla geçerken, o da bunun planlarını kuruyordu; bir an önce söylemek istiyordu. ama hep bir engel çıkıyordu, ağır dersler, zor sınavlar... bunlar engel olmamalıydı aslında; ama derslerini geçmeliydi, iyi bir dereceyle hem de.bunu geleceği için şart koşuyordu ve belki de ikisinin geleceği için ilerlemeli, yükselmeliydi.
birinci sınıf bitti bu düşüncelerle. zaman zaman öyle anlar oldu, onun yokluğuyla kıvrandı, acı çekti; ama her şeye rağmen direndi. artık direnecek gücünün kalmadığını anlamıştı. yapması gerekeni biliyordu. telefonunu bir türlü isteyememişti, korkmuştu bundan. ne o, ne de kendi cesaret edebilmişti bunu yapmaya. arkadaşından aldı numarasını; ama arayamadı, mesaj gönderdi. iki gün sonra bir daha, sonra bir daha, sonra bir daha... bir şeyler ima ediyordu bu mesajlarda; ondan cevap gelmedi ve üzülmedi bu duruma; çünkü kendisi de aynını yapardı yerinde olsaydı. artık sıkılmıştı, gönderdi mesajı, apaçık söyledi onu sevdiğini ve heyecanla bekledi; bu defa cevap alacaktı,kesin. telefonu çaldı, arayan oydu; kalbi hızla çarpıyordu, korkuyordu; ya tam tersi olursa! açmayacak, açamayacaktı; meşgule düşürmeye karar verdiği sırada telefon tamamıyla kapandı, şarjı bitmişti! aceleyle tekrar açtı, şarj aletini taktı ve bekledi, bekledi...
cevap gelmemişti...
kendi hatası değildi bu, telefonun suçuydu; kendi meşgule düşürse çok pişman olacaktı ama öyle değildi ki, kaderin bir oyunu muydu bu?
o günden sonra hep bekledi, on gün oldu, sonra on beş, sonra...
artık ümidi kesmişti, yapacağı tek şey beklemek, okul açıldığında tekrar görebilmekti onu. ama olmadı, göremedi onu ilk hafta. ümitsizliğe kapılmadı; çünkü gelecekti biliyordu, gelmeliydi, olamazdı aksi bir şey. ama olmuştu bile, okuldan ayrılmıştı. neden diye sordu kendine günlerce, neden gitti?
hepsi onun hatasıydı, her şey. halbuki böyle olmayabilirdi, söyleyebilirdi ona her şeyi zamanında. yapmamıştı, hepsi kendi suçuydu ve şimdi bu suçlarının cezasını çekecekti.
hayat çok acımasız davranmıştı ona, hatasının bedelini çok ağır ödetmişti. şimdi onsuzdu ve yapabileceği tek şey beklemekti, yine beklemek.
hep beklemek...

Pazartesi, Ağustos 22, 2005

ateşte pişen yemek

güzel bir yaz sabahı. havada insanı ferahlatan bir rüzgar var; nem o kadar fazla ki sıcak bir rüzgar olsa bile insanı rahatlatıyor. ağaçların gölgesi altında yapılan isteksiz bir kahvaltıdan sonra en sevilen an olan çay eşliğinde muhabbet safhasına geçiliyor. iş yok, güç yok, tasasız bir şekilde istediğimiz kadar uzatabiliriz bu güzel muhabbeti. önce o gece gördüğümüz rüyaları anlatırız birbirimize; "hayırdır inşallah" temennileriyle son bulur bu fasıl. ondan sonrası malum zaten; o kadar çok şey var ki konuşacak yeryüzünde, bir de derin meselelerse eyvah! çay soğur, kahvaltılıkların üzerinde sinekler uçuşmaya başlar, kaldıralım bari diyerek işe koyuluruz. önemli bir kısım geride kalmıştır artık, kahvaltı böylece son bulur.

o günün öğlen yemeği düşünülmeye başlanır sonra. güzel bir patlıcan yemeği ya da saç kebabı ya da... yemeğin ne olduğu değildir önemli olan, yemeğin nerede pişeceğidir. güzel bir ocak vardır bahçenin en gözde yerinde. ateş yakılır, ocak çevresi bir takım araçlarla kapatılıp istenmediği kadar hızlı esen rüzgardan korunur. ara sıra odun atılır ateşe, yemek karıştırılır. herkes o anı beklemektedir; yemek pişse de yesek! soğuk bir ayran ve acılı bir salata eşliğinde doyulmaz tadına varılır yemeğin; bir başkadır odun ateşinde pişen yemeğin tadı. istemediğin kadar yersin, varsın olsun!

hala anlayabilmiş değilim; neden bu kadar lezzetli olur odun ateşinde pişen yemeğin tadı? belki de üstüne sinen dumanın etkisidir bu farklılık. ama bildiğim bir şey var ki hiç bir zaman bir olmaz mutfakta tüp gazla pişenle odun ateşinde pişen yemeğin tadı.

Cumartesi, Ağustos 20, 2005

hayata dair betimlemeler

çok düşünüyorum bugünlerde, insanların yüzde kaçı kendi kendine “ben mutluyum.” diyebiliyor? çıkıyorum sokaklara, insanları inceliyorum tek tek, kiminin yüzü gülüyor, kimininki de asık. gülen insanlar mutlu mu gerçekten? acınacak halde olup da gülmeyi başarabilen insanlar mı onlar yoksa?

ölüm dışında, hayatı boyunca büyük bir acı yaşamamış bir insan tanımıyorum ben, yaşadım diyene de inanasım gelmiyor. “ömrüm boyunca mutluydum,yapmak istediğim çoğu şeyi yaptım.” diyebilen bir insanın varlığına inanmam. belki hayat fazla acımasız davranmamıştır o insanlara, ama bizim doğamızda vardır mutsuzluk. insanlar bilirim, doğru düzgün bir “mutluyum!” diyememiştir. hatta alışmıştır acılarla yaşamaya; mutlu bir anında içini bir telaş kaplar, felaket senaryoları yazmaya başlar kafasında.
tam mutluyum artık diyecekken insanlardan darbe yer bu kez de. isyan etmeye başlar, lanet okur hayata, düzene. bedbin insanlar yüzünden olmuştur bütün bunlar ve suçlu kendisidir, zayıf öz benliğidir. halbuki kendine olan güveni sayesinde bunları aşmalı, kim ne derse desin önüne bakmalı, sağlam adımlar atarak ilerlemeli hayat yolunda. insanları mutsuzluğa, başarısızlığa sürükleyen de bu değil midir zaten: zayıflık!

doğanın değişmez kanunudur: “güçlüler hayatta kalır, zayıflar elenir.” küçük bir canlı komünitesinden tutun da insanlara kadar bütün şuurlu canlılar bu kanuna göre yaşarlar dünyada. bizler bu kanuna göre şekillendiririz hayatımızı, ötekini alt etmek ve öne geçmektir görevimiz. her insan doğar, büyüyüp gelişir; zamanı gelince öğrenir görevinin ne olduğunu, bu dünyayı terk eden insanlardan alır bu görevi ve başlar uğrunda çalışmaya, hatta savaşmaya. hedef hep önde olmaktır. kendisi dışında herkes rakibidir; ailesi, dostları, arkadaşları... uğrunda seve seve ölebilecek kadar sevdiği insan bile. bu insanları bir yere kadar destekleyecektir, belki mümkün olan en son ana kadar onları yanında görmek isteyecektir; ama geriye tek seçenek kaldığında yapacağı şey bellidir: yaşamak denen oyunu önde bitirmek, yani kazanmak! bunun sonucunda kendisine verilecek ödül ise iki cümleden ibarettir:
oyun bitti, kazandınız!

Perşembe, Ağustos 18, 2005

yağmur

hayatımda en çok sevdiğim kelimedir yağmur, hem madden hem de manen. yağmur deyince aklıma şu görüntü gelir: yemyeşil çayırlarla ve ağaçlarla kaplı sarp tepeler, aynı Doğu Karadeniz gibi. gökte bulutlar ne çok koyu ne de çok açık gri; yağmurun saflığını, güzelliğini gölgeletmeyecek şekilde dengede. ağaçların yaprakları ışıl ışıl parlıyor tazeliğiyle, çayırlar bayram ediyor biraz daha büyümek, göğe doğru adım adım ilerlemek, ona biraz daha yaklaşabilmek ümidiyle. ben o çayırların ortasındayım: içimde sıkıntıdan, karamsarlıktan; zihnimde en ufak bir ağırlıktan, rahatsızlıktan eser yok, adeta kuş gibiyim ve kendimi bırakmışım yağmurun ortasına, ıslanıyor, sırılsıklam oluyorum yağmur damlalarıyla. o damlaların saflığında, duruluğunda kendimi buluyorum, özgürlüğü, mutluluğu, hayatın, yaşamanın anlamını, güzelliğini buluyorum. ufkum açık, korkularımdan, endişelerimden eser yok, yağmur damlalarıyla birlikte akıp toprağa karışıyor hepsi. her şeyimle kendimi yağmura, saflığa, duruluğa bırakmışım, düşünmüyorum hiçbir şey. biraz sonra ıslanıp tenime yapışmış giysilerimi de çıkarıyorum, artık tamamıyla onun kollarındayım, yağmur gibi çırılçıplak. düşen damlaları tenimde birebir hissediyorum şimdi, durulanıyorum akan her damlayla, özüme kavuşuyorum. insan olmanın özüne, yani güzelliğe ,erdeme, saflığa. artık bütün çirkinliklerden uzağım, bütün kötülüklerden, kinden, nefret tohumlarından...

artık kendime insan diyebilirim ,saf, temiz duygularımla, gönlümde biriken sevgiyle,kavuştuğum en güzel halimle.
içimde besleyip büyüttüğüm nefretle, kinle, kıskançlıkla, düşmanlıkla, fesatlıkla, kısacası bütün kötülüklerle kaldığım sürece asla kendime ben bir insanım diyemem.
çünkü benim özüm saflıktır, duruluktur, sevgidir: kısacası hayattaki güzelliklerin hepsidir, bunlar özümde olduğu sürece kendime insan diyebilirim.
bir insan, tıpkı yağmur gibi...

Salı, Ağustos 16, 2005

yol hikayesinin sonu

Asurlular “Irmaklar Ülkesi” dermiş Hakkari’ye. Zap Suyu ve vadisi, onun kollarıyla sarp dağları yararak denize kavuşma arzusuyla ilerlemiş bu topraklarda.

çıkıyoruz Başkale’den yola, Hakkari’ye doğru. inişli çıkışlı yollarda ilerliyoruz, buralar sarp tepeler ve vadilerle dolu, zaten rakım da oldukça fazla, çıktığımız kadar çıkmışız yukarılara. tepeler çoğunlukla çıplak, bozkır görünümünde; galiba birçok ağaçlık yok edilmiş buralarda. bir tepenin yamacına giriyor ve aşağıdaki düzlükte Zap Suyu’nu görüyoruz. yamaçtan indikten sonra yol tekrar tırmanıyor ama biz ilerlemiyoruz. sol tarafımda Zap Suyu ve kaplıca, sağ tarafımda yine Zap Suyu ve onunla birlikte bir ağaçlık. önce sağa giriyoruz, buradaki ağaçlıkta yöre halkı piknik yapıyor,öğlen saatlerinde de nehirde serinliyorlar. aslında serinlemiyorlar; çünkü hava zaten serin, yüzüldüğü de söylenemez;çünkü derin değil nehir. en iyisi eğleniyorlar diyelim. üstelik nehre girmek için saat 2-3 civarını bekliyorlar, çünkü suyun ısınması lazım. malum, sıcaklık yaz boyunca ortalama 23 derece. ancak yolun sonundaki kaplıcaya istediğiniz zaman girebilirsiniz, tabii. kayalarda oluşmuş küçük gölcükler var burada, dibinden suyun kaynağını görebiliyorsunuz. insanlar içinde saatlerce oturuyorlar şifa umuduyla. nelere iyi geldiğini sormuyorum, bilmek de istemiyorum zaten. bir de maden suyu kaynağı var burada. biraz içiyorum, işlenmemiş doğal sodadan. insanlar şişelere doldurup götürüyorlar evlerine, ne güzel. hazımsızlığınız varsa o gün, bakkaldan soda almaya ne hacet, evde şişelerce var nasıl olsa.

düşünüyorum da böyle sarp dağları olmasaydı, güçlükle ulaşılan yerler olmasaydı; uzun ve sert kışı olmasaydı; gazete öğleden sonra ulaşmasaydı; böyle gelişmemiş yerler olmasaydı; insanları doğal olmasaydı; gelişmiş sanayisi olsaydı... acaba bunlar ve diğer tüm olgulardan birkaçı ya da hiçbiri olmasaydı, Doğu o farklı havasını, o bambaşka özelliklerini hala özünde koruyor olabilir miydi? bilmiyorum ve bilmek de istemiyorum.
artık o topraklarda değilim, o mistik havayı artık solumuyor, yaşamıyorum; çünkü geri döndüm, burada sona erdi yol hikayesi. çok özleyeceğim ve bir gün geri döneceğim oralara. umarım, özünden, özgünlüğünden hiçbir şey kaybetmez, ne kadar farklılaşırsa farklılaşsın.
gitmesin o topraklara sanayi, gitmesin Batı tarzı yaşam. eğitim gitsin oralara, kültür gitsin. insanlar okusun, öğrensin, gazete vaktinde ulaşsın. geleneklerini yitirmesin insanlar, tarım ve hayvancılıkla uğraşsın ve bu alanda Türkiye’nin en gelişmiş yöresi olsun Doğu. nehirler, göller kirlenmesin sanayi atıklarıyla; topraklarda humus,hayvan gübresi gibi doğal ve faydalı atıklar olsun. her yer tarım toprağı ve orman olsun, hayvan çiftlikleri kurulsun bol bol; insanlar bunlarla mutlu olsun,rahat olsun,ferah ve iyi bir yaşam sürsün.kısacası doğallığını hiçbir zaman yitirmesin Doğu.

Cumartesi, Ağustos 13, 2005

Doğu kültürü

gittiğim yörenin, yani Van ve çevresinin değişik kültürel yapısı hakkında yazılması gereken en belirgin özellikler sanırım yiyecek, içecek konusunda. otlu peynir diye bir peynir çeşidi var burada. içindeki otun tadı sarımsak gibi bir şey, ilk yediğinizde bu peyniri belki hiç hoşunuza gitmeyebilir; ama eğer alışırsanız vazgeçemeyeceğiniz kesin. bir de şöyle bir ayrıntı var. içindeki otu çıkardığınızda geri kalan peynir çok lezzetli, harika bir şey. böyle bir peynir zor bulunur, eğer otlu peynir hoşuma gitmedi, alışmak da istemiyorum derseniz sadece peyniri ısmarlatıp satın alabilirsiniz.

bir de İran çayı var buralarda. Türk ya da Seylan Çayı’na hiç benzemiyor. bizim Hatay’da Arap Çayı içmek yaygındır, tadı biraz onu anımsatıyor ama bu çay çok daha lezzetli ve Arap Çayı gibi aşırı yoğun bir tadı yok, harika bir aroması var. Türk Çayı dışında bir çay içmek istiyor ve Seylan çayından da bıktım diyorsanız mutlaka tatmalısınız İran Çayı’nı.
Van ve civarında insanlar çaya şeker katmıyor, şekeri ağızlarına alıp üstüne çayı yudumluyorlar. bu içimin adı ise “kıtlama” imiş. denedim, pek bir haz alamadım. çok ilginç bir gelenek daha: çayın yanında mutlaka misafire çerez vereceksin, onsuz kesinlikle olmaz. harika bir adet, değil mi?

bir akşam yemeğine davetliyiz. misafirler oldukça fazla. ev ise geniş, avlusu da kocaman, sorun yok yani. sofra kuruluyor, tabii çoğunluk et yemeklerinde. oldukça zengin bir sofrada leziz yemekler tadılmayı bekliyor. erkekler ayrı, kadınlar ayrı yiyecekmiş ve erkekler önce yemeliymiş, adet böyle. ne ala diyor, kimseyi düşünmeden afiyetle yemeğimi yiyorum. kadınlar aç oturuyor diye tasalanmanın sırası değil, ben kendi derdimdeyim. yemekten sonra güzel bir İran Çayı, tabii yanında da çerez, olmazsa olmaz. ben şekeri içine atmayı tercih ediyorum,içen kıtlama içsin.

hayat bütün doğallığıyla akıp gidiyor buralarda. yapmacıklığa yer yok; kimse düşünmüyor yediğim etin kalorisi kaç, kolesterol yapar mı, eti elimle yesem laf olur mu, çayı höpürdeterek içsem ayıp olur mu diye. herkes rahat, samimi; kimsenin kimseyi şikayet ettiği yok.
eh, aslolan da bu değil mi zaten?

Cuma, Ağustos 12, 2005

Doğu'da yaşamak

diğer sarp dağlara göre daha alçakta kalmış, kalesi olan, çıplak bir dağın eteğinde kurulmuş Başkale. eskiden beş tane kalesi olduğunu ve isminin “Beşkale” olduğunu söylüyor yöre halkı. garip bir ilçe burası, diğer yerlere hiç ama hiç benzemiyor, o kadar farklı ki. gazete geç geliyormuş buraya, havası çok güzel,sürekli rüzgar var ve yaz ortasında sıcaklık 25 dereceyi geçmiyor. akşam dışarıda rüzgarın etkisiyle üşüyebiliyorsunuz ama alıştıktan sonra pek etkilemiyor. kendi halinde bir dünya burası, unutulmaya yüz tutmuş; nitekim ulaşılması o kadar güç ki. insanları sıcak ve misafirperver. eğitim sorunu, sağlık sorunu, ulaşım sorunu almış başını gidiyor. çarşıda gezinirken dükkanın birinde bir yazı dikkatimi çekiyor: “korpoz bölönör”! ne demek şimdi bu diye soruyorum kendime, herhalde “karpuz bulunur” demek istiyor. çok üzülüyorum karşılaştığım bu manzaradan dolayı.

kaldığımız yerin geniş bir bahçesi ve bahçenin de çeşitli meyve ağaçları var. doğal olarak da çocukların odak noktası, meyve yürütebilmek için. bir ara bahçeye girmişler, tabii apar topar kovalandılar; üstelik hiçbir şey yürütemeden. duvarın dibinde durup konuşuyorlardı, birkaç tane elma kopardım, yanlarına gidip demirlerin arasından onlara uzattım ve geri döndüm. afiyetle elmaları yedikten sonra beni yanlarına çağırdılar, gittim, tanıştık. yaptığım şey çok hoşlarına gitmişti, beni kısa sürede sevdiler, ben de onları. aralarına katıldım, artık samimiydik. yaşadığım yerdeki insanların hiçbirine benzemiyorlardı onlar, çok farklıydılar. Eylül girer girmez kendini gösteren ani soğuk, altı yedi ay yerde kalan kar ve sadece iki ay süren yaz günleri hakim burada ve bütün bu soğuğa on ay boyunca katlanmak zorunda kalan tenleri çoktan yıpranmış insanların. akşamları hayat bitiyor kentte, herkes pırını pırtısını toplayıp evlerine çekiliyor. kadınlar çarşıya çıkmıyor, bir ihtiyaçları varsa eşleri onların yerine alışveriş yapıyor ve bu kadınlar eşini dostunu ziyarete gidecekse eğer, arka sokaklardan gidiyorlar ulaşmak istedikleri yere. evler çoğunlukla tek katlı, iki katı geçen bina yok sayılır.

yaklaşık iki üç yıl önce Atlas Dergisi tır ile gelmiş buraya. dergideki bu kentle ilgili tek fotoğrafta gördüğüm, konaklayan tır ve sırtında çantasıyla ona meraklı gözlerle bakan iki ilkokul öğrencisi. buralara da uğradıkları için minnettarım Atlas Dergisi’ne. buraların diğer bütün yerlerden daha çok ihtiyacı var bu organizasyonlara.
atamaları buralara yapılan doktor ve öğretmenler çalışmamayı kabul edip gelmiyorlar buralara; ancak buraların havasını soluduktan sonra bir çoğunun kalmak isteyeceğine inanıyorum. ömür boyu değil ki zaten, sanırım iki yıl. buralar hizmet bekliyor, yarınlarımız hizmet bekliyor. bu ülkede yaşayan her insan için yurdumuzun her köşesi bir olmalıdır.

Perşembe, Ağustos 11, 2005

yol hikayesi

Tatvan’dan ayrılıp Van’a doğru yola çıktıktan sonra yol boyunca bazen içerilere dalıp bazen göl kıyısında ilerleyerek keşfe devam ediyoruz. Van kenti büyük bir yerleşim yeri. şehrin belli bir düzeni yokmuş gibi geldi bana, nitekim biz Hakkari yoluna doğru saparken kaç ana artere girdik bilmiyorum.
uzun bir tırmanış başlıyor şimdi. dağların yamaçlarında tırmanarak uzayan kıvrım kıvrım yolları aştıkça aşağıdaki manzaranın göz alıcılığı artıyor. artık epey bir yüksekteyiz ve şimdi aşağı bakıyorum da insan hiçbir şeyi doğru dürüst seçemiyor.muazzam bir uçurum ve o uçurumun kenarında bizler...
aşağısı düzlüklerden oluşuyor, ağaçlar çok az, evler varsa bile görünmüyor ve alacalı renkler hakim toprak yüzeyine. düzlüklerin sonu yine epey yüksek dağlarla bitiyor, buradan rahatlıkla görebiliyoruz onları. düşünmeden edemiyorum, aşağıdaki düzlük dururken niye böyle dağın tepesinden gidiyor yol diye ama elbet bir sebebi vardır.
biraz mola veriyor ve kaynağını eriyen kar sularından alan bir çeşmenin başına yığılıyoruz. buz gibi soğuk su ve o kadar lezzetli ki... fazla içemiyorum ama yanıma bir miktar alıyorum daha sonra içmek için. insan içmeyip saklayayım diye düşünüyor bu suyu; bir daha yolum düşer mi, böyle bir su elime geçer mi..?
tırmanmaya kaldığımız yerden devam ediyoruz ve sonunda ulaşabileceğimiz en yüksek noktaya varıyoruz: Güzeldere Geçidi, rakım 2730. soluk alış sayım artmış mı, nabzım hızlanmış mı ya da damarlarımdaki kanda dolaşan alyuvar sayısı artmış mı bilmiyorum ve bilmek de istemiyorum; çünkü manzara olağanüstü. kendimi bu olağanüstülüğün kollarına tamamıyla bırakıyor ve bu güzelliği seyrederek iniş yolunu kat etmeye başladığımızı hissediyorum. bu iniş çok çok 330 metre civarı bir miktar oluyor sadece; çünkü Başkale’deyiz, artık istirahat zamanı.
bundan sonrası ise başlı başına bir hikaye. buralarda hüküm süren yaşam, insanlar, Zap Suyu, kaplıca, Hakkari... içimdekini yazıya tamamıyla döksem kitap olur, eminim. belki bu kitapta da anlatmayı unuttuğum nice olay kalır bilinçaltımda.
en iyisi en öne çıkanları yazmak ve fazlası için “gidin, görün, yaşayın ve anlayın” diye önermek. eminim böylesi daha iyi.

Cumartesi, Ağustos 06, 2005

Doğu'dan izlenimler

yollar uzun, sonu gelmiyor. aslında o kadar çok yer var ki gezecek ama pazartesi dönüyoruz eve; Antakya'ya.

Doğu sıcak, hem de çok... ama güzel bir hava katıyor gezimize. yazlar olması gerektiği gibi sıcak, kışlar da olması gerektiği gibi soğuk. hani güneş doğudan doğar, batıdan batar ya, onun gibi.

Malatya'da Fırat Nehri'ni geçerek ayrılıyor, Elazığ topraklarına giriyoruz. burada sarp tepelerin arasında sıkışıp kalmış nehir. Fırat'ın hikayesini herkes bilir, o yüzden sempatiyle bakmıyorum ona. aklıma ölüm, acı, ayrılık geliyor hep. Elazığ kentini geçince yine karşımıza çıkıyor; bu sefer de geniş bir alana yayılmış halde selamlıyor bizi. burada az da olsa sempatiyle bakabiliyorsunuz ona. çünkü ilk karşımıza çıktığında ölüm çukuru gibi dar, derin ve tehtitkar görüntüsünü burada bulamıyorsunuz. ama akıllara kazıdığı kötü izlenimin etkisinden kurtulamıyor ve yine yüzünüzü çeviriyor, sırtınızı dönüyorsunuz ona.

Bingöl'deyiz. buraya neden bu isim verilmiş bilmiyorum ama elbet bir hikayesi ya da bir geçmişi vardır. oldukça sıradan bir şehir bu. bırakalım şehri, biz Doğu'nun mistik havasına kendimizi bırakalım. sonuçta gelişmiş bir şehir olsa da fark etmez.
Çevremizde uzanan yüksek dağlar, boylu boyuna uzanan bozkır topraklar ve kerpiç evlerden oluşan köyler... bir zamanlar ne uygarlıklar yaşamış bu topraklarda. bunların geride bıraktığı birkaç kalıntı bile o dönemin havasını hissettirmeye yetiyor.

Muş'a uğramadan geçiyoruz. o sıralarda şafak söküyor yavaş yavaş; çünkü gece yola çıktık. Muş Ovası'nı geçtiğimizde güneş hala yüzünü göstermiyor. Tatvan'a vardığımızda serin havayla sabah güneşi birbirine karışıyor; sokaklar henüz boş, tek tük insanlar görüyorum. güzel bir ilçe Tatvan, çok şirin. asıl hikaye bundan sonra başlıyor. artık Doğu'nun kalbindeyiz...

Çarşamba, Ağustos 03, 2005

Doğu yolları

Türkiye'nin büyük bir kısmı unutulmuş bölgesine gidiyorum:Doğu'ya...
İlk durağım Malatya oluyor;zaten doğuya giden bir giriş kapısı niteliğinde.Şehre vardım diyecekken birden sağa dönüyorsunuz ve bayır aşağı iniyorsunuz. insan şaşırıyor yoksa şehir bitti mi ya da başka bir yerlere mi gizlendi de ben mi farkedemedim ya da dalgınlıktan şehre girip çıkmışım haberim mi yok diye.bayağı yeşil bir vadinin dibine indikten sonra tekrar tırmanıyoruz; şaka gibi. neyse tırmanış bitiyor ve karşımızda bir düzlük beliriyor; işte bu andan sonra Malatya başlıyor. sanki doğuyla batıyı ayıran bir sınırmış gibi sesleniyor bu vadi. ancak şehre girdikten sonra hiç de öyle demediğini fark ediyorum; oldukça gelişmiş bir şehir burası. madem öyle değil, peki bu vadinin sırrı ne? güzel güzel düz yolda ilerlerken birden sürpriz yapıyor size. geçtikten sonra yine aynı manzara: koca bir düzlük... aklımda garip düşüncelerle şehre giriyorum; tek basşıma değilim, yanımda ailemleyim. Güzel bir kavşağa geliyoruz ve şehir merkezine giriyoruz. solumda garip tasarımlı bir yapı beliriyor, henüz inşa halinde. belediye sarayı yapılıyormuş ama yaklaşık bir yıldır öylece duruyormuş, bir takım sorunlardan dolayı. şehrin göbeğinne geliyoruz; oldukça kalabalık. şehir kayısıyla yatıp kayısıyla kalkıyor burada. çarşısında gezdiğimizde kayısı ürünlerini görüyorum: kayısı atomu,lokumu,pestili,reçeli,kolonyası... karadenizlilerle dalga geçeriz hamsi tutkunlukları dolayısıyla; işte yeni bir malzeme size: kayısı. aslında hiç de dalga geçilecek bir meyve değil bu; çünkü tadı gerçekten harika. bu sene o kadar çok kayısı varmış ki.
Malatya ovasının içine dalıyoruz; her yer kayısı bahçesi... her yaz çevre illerden mevsimlik işçi geliyormuş buraya ama benim dikkatimi çeken aslında şu ki gelen işçi bir daha gitmiyor gibi görünüyor. bayağı göç aldığı kesin diye düşünüyorum.
İnönü üniversitesi gelmişken görmeden edemediğim bir yer oldu. kampus bayağı büyük, binalar yerli yerinde ve büyük bir de hastanesi var.
şehir büyük ve geniş bir ovaya yayılmış,sokaklar ferah, binalar düzgün. buralara da hipermarketler yayılmış. hava çok sıcak ve kuru.
Malatya, buradan sonra gittiğim iller ve diyarlarla kıyaslanacak olursa bir Batı şehri havasında. Doğu'nun o farklı havası, doğası, gizemi yok bu şehirde. Elazığ da aynı havayı yansıtıyor ama yavaş yavaş hissettiriyor o istediğim o farklılığı. burası biraz daha az gelişmiş, dar bir şehir. buradan çıktıktan sonra daha bir heyecanlanıyorsunuz; eğer siz de Doğu'nun o gizemini fark edenlerdenseniz...