Pazar, Aralık 25, 2005

mutluluk...

mutluluk...

sabah uyandığında ışığı görmektir. ışık umuttur. umut etmek de mutluluktur.

mutluluk...

temiz havayı içine çekmektir. güneşin batışını izlemektir, ya da doğuşunu. hayat seni hayal kırıklığına uğratsa da karanlığın ardından aydınlığın da olduğunu bilmek ve ona göre yaşamaktır.

mutluluk...

sonbaharda düşen bir yaprağın ayaklarının altında ezilirkenki çıtırtısını duymaktır; ya da savurmaktır dört bir yana hepsini. baharda yeniden açacaktır hepsi en güzel, en taze haliyle. her yıl daha bir güzel doğacaktır, onun hayattaki tek amacıdır bu. tıpkı bizim düşlerimiz gibi. yaprağın hikayesi bizim hikayemizdir aslında, yıkılan hayallerimizin yerine daha güzelini kurmak gibi.

mutluluk...

yeni doğan bir çocuğun ağlayışını duymaktır. ağlayışı mutluluğun ifadesidir aslında. gülmeyi beceremediği için ağlar, karanlıktan kurtuluşunun, ışığı görüşünün kutlamasıdır o feryat. bizim hayatımız da karanlıklarla geçer; ama karanlıktan sonra aydınlık vardır, bunu bildiğimiz halde sabredemeyiz. anne karnındaki bir embriyodan daha güçsüz, daha zayıfızdır o zaman biz; çünkü o dokuz ay sabreder, bizse...

mutluluk...

çok uzaklarda bıraktığın birinin sesini duymaktır. belki çok özlersin; ama elbet bitecektir. biteceğini bilmektir mutluluk.

mutluluk...

anlatmakla bitmeyecek kadar çoktur bu dünyada. eğer mutlu değilsek, mutlu olmak istemiyoruz demektir bu; çünkü bilmek istemiyoruzdur mutluluğun nerede olduğunu. mutluluk her yerdedir: güzel bir çiçekte,bir kar tanesinde ya da yağmur damlasında, bir fincan kahvede, lezzetli bir yemekte, bir resimde,bir çocukta,bir müzikte... mutlaka bulursun, yeter ki mutlu olmak iste.

mutluluk...

hayattır.
hayat mutluluktur.
sabret.

Salı, Aralık 06, 2005

sitem

gökyüzü bu sisten ne zaman arınacak, ne zaman göreceğim berrak maviyi bu şehirde? ufka baktığımda hep bir bulanıklık buluyorum ve ne zaman net göreceğimi de bilmiyorum ama sabırla bekliyorum.
doğa mıdır bu pusu yaratan, yoksa insan mı? nüfusu kaçtır bu şehrin bilmiyorum. eğer doğanın bir eseri olsaydı ondan müzdarip olmayacağım kesindi. çünkü doğaydı bana bunu sunan, özümdü. anladım artık bu pus hiç bitmeyecek bu şehirde ve hep böyle göreceğim ufku ben.

sonbahar yapraklarını hep aralıkta saça saça giderdim yollarda. ama şimdi yaprak da kalmadı, sonbahar da. mutlu olurdum şimdi, sonbahar yaprakları olsaydı. ama artık olmadığına göre, kendime yeni mutluluklar arayacağım. öyle küçük de değil, büyük mutluluklar. hatta aramama gerek yok zaten; çünkü buldum bile. karı bekliyorum şimdi. bembeyaz yağan ve her tarafı beyaza boyayan, her taneciği bir sanat eseri olan karı bekliyorum. yeniden büyük mutluluğa kavuşmak için.

sonbahar yapraklarından sonra...

Çarşamba, Kasım 30, 2005

kış

güzel bir tatil sabahı.
kalktınız yataktan, pencereye yöneldiniz. dışarının manzarası hiç de iç açıcı değil. kapalı bir hava, ıslak sokaklar, montlarını giymiş insanlar, kendi halinde akıp giden tek tük arabalar. insanlardan birinin yüzüne baktığınızda anlarsınız havanın ne kadar soğuk olduğunu. öyle ki mumya gibiler: ayakta koca bir bot, üstte kalın bir mont, atkı, bere ve eldivenler. öyle sarınmışlar ki kafalarını çeviremiyorlar, vücutları kafalarıyla birlikte dönüyor.
belki onlar kadar olmasa da siz de alıyorsunuz giyeceklerinizi, doğru bakkala. sıcak bir ekmek ve günün gazetesiyle birlikte eve döndüğünüzde ocağa koyduğunuz çay suyu kaynamış bile. hemen güzel bir kahvaltı sofrası kuruyorsunuz, hem de pencerenin kenarına. karşınızda televizyon, sıcacık odanızda kahvaltı yapıyorsunuz dışarıdakilere nispet yaparcasına. kahvaltıdan sonra elinizda gazete, yanınızda sıcak çay,kuruluyorsunuz her zamanki köşenize. başlasın gazete keyfi.
o da mı bitti; olsun yapacak o kadar çok şey var ki. sarıp sarmalanıyorsunuz siz de mumya gibi, kendinizi sokağa atıyorsunuz. soğuk mu var;" a, öyle mi? farkında bile değilim!" dercesine yürüyorsunuz kaldırımlarda. belki sıcak bir kafede buluyorsunuz kendinizi hoş bir sohbet eşliğinde. artık bilmem, Kızılay'a mı bakıyor oturduğunuz yer, boğaza mı...manzara da güzel, sohbet de güzel; mekanda sıcak, kahveleriniz de. daha ne olsun?
ya da sinemada güzel bir film izlenmeyi bekliyordur. belki güzel bir tiyatro oyunu içinizi ısıtacak. belki bir sergi ya da bir konser.
her türlü olumsuzluğa rağmen kışı yaşamak da güzelmiş, öyle değil mi? bizi kapalı mekanlara tıksa da sıcak bir kahve keyfi gibisi var mıdır bu dünyada? hele bir de dışarıda kar yağıyorsa...

Perşembe, Kasım 03, 2005

savaşın çocukları

kendilerini birdenbire sebebini anlayamadan bir çatışmanın merkezinde bulan bir çocuğu hayal edin. belki de gürültünün sebebini anlamayacaktır, eğer biz ona hissettirmezsek. sanacaktır ki dışarıda şenlik var, insanlar eğleniyor, havai fişekler birbiri ardınca patlıyor. başlayacak kendini kaptırmaya, kendisi de bu cümbüşe ortak olmaya. ev içinde sevinçle hoplayıp zıplayacak, gülücükler, kahkahalar atacak. aslında bilmeyecek dışarıda olup bitenlerin gerçekliğini. ta ki gerçek söylenip her şey anlaşılana kadar.

ya da başından bilecek her şeyi: aslında bu gürültünün şenlik olmadığını, tam tersi acıyı, korkuyu, mutsuzluğu anlattığını. bilse de gerçekleri, unutacak, fazla düşünmeyecek, sadece kötü bir şey olduğunu bilecek. yine böyle unuttuğu bir akşam dışarıdan gürültüler gelmeye başlayacak, aile efradı ayaklanacak, telaşla toplanıp güvenli bir yere sığınacak ve dışarıda kopan kıyameti dinleyecek; ta ki etraf sükunet buluncaya dek. çocuk, anlayacak bir şeylerin ters gittiğini. içini büyük bir korku saracak; korku, içinde bir yerlerde sesini duyamadğı bir çığlığa dönüşecek ve o çığlık gözyaşlarına vuracak, içten bir ağlama sesiyle açığa çıkacak. ne olduğunu, nereden geldiğini bilmediği bir çığlık, ardından gözyaşları ve hıçkırıklar.

yıllar geçecek, o kötü günler geride kalacak; ama yaşananların hissiyatı ruhundan, acısı kalbinden silinmeyecek. çıkan her savaşta çocukları düşünecek, yaşadığı sıkıntıları bir bir kendisi de yaşayacak, ve el açıp dua edecek onlara, gözü yaşlı korkudan titreyen çocuklara. bilecek ki o çocuğu anlamak savaşı anlamaktır.

anlıyorum demek, anlamaya yetmez. anlamak için yaşamak gerekir.
umarım hiç kimse anlayamaz.
umarım...

Pazartesi, Ekim 10, 2005

mutlu çocukluk mu?

"Çocukluğunuzda mutlu muydunuz?" sorusunun cevabını belki de evet olarak veririz çoğumuz. şöyle bir geçmişe döndüğümüzde özlemle andığımız günleri hatırlar ve "Ne güzel günlerdi!" diye iç geçiririz. kimisi çocukluğun dertsiz tasasız günlerine özenir, çocukluk günlerine dönmek ve hep öyle kalmak ister. o zamanlar sobalı evlerimizde geçirdiğimiz soğuk kış günlerinde yaptıklarımız bir bir aklımıza gelir, iç çekeriz. ateşte kızarmış kestaneler, sobanın üstünde fokurdayan ıhlamur çayı. bir tarafta elinde gazetesiyle günün yorgunluğunu atan baba, diğer tarafta o günün akşamında yediğimiz leziz yemekleri yapmış olan anne ve ordan oraya dolanıp haylazlık yapan biz çocuklar.

güzel ve iç geçirmemize sebep olacak bir görüntü ama aslında tüm bunlara sebep olan şey zamanında kıymetinin bilinmeyip kaybedildikten sonra değerinin anlaşılması.

yaşanan bu şeylerin güzelliğinin altında yatan asıl etken bu aslında. bunun rehavetine kapılarak çoğumuz mutlu olduğumuzu söyleriz çocuklukta. şöyle bir çocukluğumuzun ruh haline dnersek daha net anlaşılır mutlu olup olmadığımız.
bir düşünelim, çocuk gördüğü birçok şeyi ister ama ebeveynler tarafından birçoğu reddedilir. iş şeker, çikolata ya da oyuncakla kalmaz, akla gelebilecek herşeyi isteyebilir çocuk. işte burada çocuk mutsuz olur mesela. sonra evde sözü geçmez, fikrine riayet edilmez, yeri gelir azarlanır, ceza verilir, hatta dayak yer. dayak yemiş bir çocuğun mutlu olması söz konusu olabilir mi?

çocuklar geleceğin mirasıdır, içinde her türlü saflığı ve güzelliği barındırır. çocuk neşedir. mutlu olmak herkesden önce çocukların hakkıdır.

bu yazı Haşmet Babaoğlu'nun 8.10.2005 tarihinde Vatan gazetesinde yazdığı mutlu çocukluk uydurması adlı köşe yazısına binaen kaleme alınmıştır.

Pazar, Ekim 09, 2005

ben

ben,

yaşamayı seviyorum
bilginin, hoşgörünün ve güzelliğin egemen olduğu bir dünya istiyorum.

ben,

kendimi seviyorum
insanları seviyorum
sevmeyi seviyorum.

ben,

dostluk istiyorum
mutluluk istiyorum
sevgi istiyorum.

ben,

güçlüyüm
ve ben sadece benim
ben
ben...

Cumartesi, Ekim 01, 2005

derin dil meseleleri - 2

üniversiteye hazırlanırken çözdüğüm Türkçe paragraf sorularında sık sık karşıma çıkan bir konuydu yabancı kelimeler. okuduğum bu paragraflarda kimi görüşler yabancı dillerden Türkçeye giren kelimeleri tasvip etmiyordu; kimi görüşler de bunları yerinde buluyordu. biliyorum, belki işim sadece sorunun cevabını bulup geçmekti ama hafızama yerleşmesi çok kolay oldu bu konunun. o kadar çok karşıma çıkıyordu bu konu hakkındaki görüşler.

benim fikrim aslında tam ortada bir yerde. sanırım biraz faydacı düşünerek karar verdim kendi içimde. günlük hayatta gerektiği yerde kullanırım bazı yaygın olmayan sözcükleri. bazı arkadaşlarım beni eleştirirdi bu konuda. "Niye açık konuşmuyorsun?" diye soran arkadaşlarıma söylediğim sözcüğün Türkçede tam karşılığı olmadığını ve o yüzden kullanmak zorunda olduğumu söylerdim; yine karşı çıkar, uzun uzadıya söylememi isterlerdi sözcüğü. ancak belli bir zaman sonra kullandığım bu sözcüklerin aynısını beklemediğim bir anda kendileri de kullanmaya başladılar ki bu benim çok hoşuma gitti. tüm karşı çıkmalarına rağmen kullanmaya devam ettiğim sözcükleri artık kendileri de kullanmaya başladı; ki bu da açık bir şekilde ortaya koymuştu bu konudaki aksi görüşlerin bir yere kadar yanlış olduğunu.
"dilimiz yabancı dillerin istilasına uğradı" diyen kişilerin yanıldığı ve haklı olduğu iki nokta var fikrimce. öyle kelimeler var ki Türkçeden karşılığını bulmak mümkün değil, böyle bir durumda başka bir dilden Türkçeye uyarlanmış bu sözcüğün kullanılmasında ne gibi bir sakınca olabilir ki? aksine dilimiz zenginleşmektedir bu sayede. ancak dilimizde uygun bir karşılık bulmuş bir kelimenin yerine onun yabancısını kullanmak ne kadar etiktir? mesela "bilgisayar" yerine "komputer" sözcüğünü kullanmak gibi. bir de şöyle bir durum söz konusu ki belli bir ilmin jargonu çerçevesinde yabancı sözcük sarf etmek bence etik çerçevede bir durumdur. mesela sayısal bir bilim dalında kullanılan "notasyon" kelimesi "gösterim,ifade,sembol" anlamlıdır; zaten ilmi çerçevede konuşulacağı için kullanılması pek de sakıncalı değildir benim için. bunu tutup da günlük hayatta kullanmak biraz garip olacaktır elbet.

bu konuda verilebilecek örneklerin çokluğu malumdur. bazı şeyler akla uygun gelse de yine de mümkün olduğunca duru ve açık olmalıdır konuşulan Türkçe. galiba bu tartışma hiç bitmeyecek, ben kendi içimde hala bitiremedim mesela. bu konuda tartışmasız tek fikrimse "bilgisayar" örneğinde verdiğim fikirdir. bu konuda oldukça net bir tavrım olsa da diğerlerinde hala bir netlik söz konusu değil kafamda. galiba hiç bir zaman da net olmayacak gibi.

Fransızcayı ana dili gibi bilen Cemil Meriç, Fransızcanın yüzde doksanına yakınının yabancı kelimelerden oluştuğunu ifade eder. bu gerçeğe dayanarak bir daha düşünmenin zamanıdır şimdi.

Pazartesi, Eylül 26, 2005

derin dil meseleleri

sözcükleri yerli yerinde kullanmak, gereksiz sözcükleri cümlelerden arındırmak ve kapalılıktan uzaklaştırmak, insanların günlük hayatta konuşurken kolay kolay yapamayacağı bir iştir. hele de klişe olmuş sözcükleri tamamiyle kullanmamak gibi bir başarı sergilemek bir dil bilimcinin bile yapamayacağı bir iştir. ancak mümkün olduğu kadar bu kalıplardan sıyrılmak bile güzel Türkçe konuşmak için mümkündür.

nedir bu klişe olmuş sözcükler? mesela: kafaya almak, uyuz olmak, köşeyi dönmek, apışıp kalmak, turnayı gözünden vurmak vesaire. zaten çoğu deyimleşmiş olan bu sözcükler yerine kullanılabilecek alternatif sözcükler, konuşulan dili daha özgün bir yapıya kavuşturması yanında kişinin konuştuğu Türkçenin gelişip güzelleşmesinde katkı sağlayacaktır. toplum içerisinde belirli bir eğitim seviyesine gelmiş insanların sosyal ortamda bu tür klişe olmuş sözcüklerle konuşması ne kadar doğrudur? üniversite eğitimi almıştır o insan, belli bir sosyal mevkisi vardır; ciddiyet isteyen bir ortamda "apışıp kalmak" ya da "köşeyi dönmek" gibi bir kelimeyi konuşma içerisinde sarfetmesi böyle yüksek sosyal statüde bulunan bir kişinin kullanması gereken bir sözcük müdür? belki böyle ciddi bir ortamda bu kelime hiç kullanılmayabilir; daha seviyeli ama yine de klişe olmuş ve toplumun hiçbir kesiminin kullanmaması gereken sözcükler de vardır elbette. eğitim seviyesiyle alakalı değildir tabii kullanıp kullanmamak. eğitim ne kadar çok alınırsa kişi o kadar çok dikkate alır bu tür incelikleri; sonuçta eğitim alınan yerlerde belirli bir seviyede Türkçe konuşulur. hiçbir şey bilmese okumasa dahi sadece bu diyaloglar aracılığıyla da varabilir bu sonuca. neticede her şey eğitimle kazanılır, kimse doğuştan eğitimli değildir. üniversitede Türk Dili dersini alan insanlara yıllardır gördüğü ve artık dinlemekten sıkıldığı edebiyat ve dilbilgisi eğitimini vermek yerine kişiyi güzel Türkçe konuşmaya ve sosyal hayatta statüsünü belli edecek üslubunu geliştirmeye yönelik eğitimi vermek daha yerinde ve faydalı bir uygulama olacaktır diye düşünüyorum.

Pazar, Eylül 25, 2005

alışmak

yeni bir bölge, yeni bir şehir, yeni bir iklim; yeni bir semt, yeni bir sokak, yeni bir ev, yeni bir yatak; yeni bir çevre, yeni insanlar, yeni arkadaşlıklar... kısacası yeni bir hayat başlıyor artık benim için. önceleri zor gelen ama artık hızla alıştığım yeni bir düzen. bilmiyorum ne zaman yerine oturacak; ama hiç de kolay olduğu söylenemez; ne benim için, ne de bir başkası için. ama emin olun bu bir gerçek: insan mutlaka alışıyor, her şey kendi kendine gelişip yerleşiyor. yapılması gereken tek şey güçlü olmak ve sabretmek. sonrası malum, hatta inanın çok güzel.

alışmak güzel şey...

Pazartesi, Eylül 12, 2005

Ankara'dan ilk izlenimler

güney yolundan Ankara'ya hiç geldiniz mi bilinmez ama Gölbaşı'nı geçtikten sonra önünüze çam ağaçlarıyla kaplı arazi çıktığında ve o arazinin bittiği yerde birden bire kendinizi Ankara'da bulduğunuzda insan afallamaktan kendini alamıyor. öyle ki arazi tepelik bir yer ve ucunda hiç bir şehir belirtisi yok. meğer o ağaçlarla kaplı tepelerin arkasına gizlenmiş, birden bire karşınıza çıkıp size sürpriz yaparak hoşgeldiniz diyor başkent. ilk manzara yoğun ama akıcı bir trafik ve on-on iki katlı binalar. AŞTİ'ye giderken çapraşık bir manzarayla karşılaşıyorsunuz: önde tek katlı çirkin görünümlü gecekondular, sadece bir iki sıra. onların arkasındaysa modern görünümlü çok katlı apartmanlar. bir büyükşehirde görülebilecek en tezatsı durum olsa gerek.

AŞTİ'den çıkıp metroya bindiğinizde bu teknoloji harikası aracın insan hayatına ne kadar çok kolaylık sağladığını kısa sürede gitmeniz gereken yere vardığınızda anlıyorsunuz. bir büyükşehir için olmazsa olmaz bir taşıt olduğu düşünülebilir; çünkü o kadar çok işinize yarar ki, metro olmazsa Ankara'da yaşamın çekilmez olacağı kanısına varılır. belki iyi olmayan tarafı şudur: evden çık, metroya bin, gideceğin yere ulaş, sonra tekrar metroya bin ve eve dön. yeraltında süren bir yolculuk ve sadece olmak istediğiniz yerleri görebilmek gibi tekdüze bir durum. kısacası hayatın bu çerçevede sürüp gitmesi ve sona ermesi...

Kızılay'dan Ankara'yı keşfe başladığınızda herhalde ilk dikkat çekecek durum kaldırımların çok geniş ve yolların üç gidiş, üç geliş olmak üzere toplam altı şerit olması. bu sebepten dolayı da yoğun olması yanında akıcı bir taşıt ve insan trafiği mevcut. ikinci durumsa birçok köşe başında ve önemli noktalarda beliren ve her biri değişik bir tasarımla yapılmış üst geçitler. birçok şehirde olduğu gibi üst geçitlerin insanlar tarafından kullanılmaması gibi bir durum söz konusu değil.

ilk gezinizi bitirdikten sonra aklınızda kalabilecek izlenimlerden bazıları da şunlar olabilir: temiz ve düzenli sokaklar, sık sık karşınıza çıkan meydan ve kavşaklar, adım başı beliren ve güneşi kapatan gelişmiş ağaçlar, yemyeşil sokaklar, çok katlı dev binalar; oldukça kibar ve güleryüzlü insanlar, insanlardan ürkmeyen ve kaldırımlara doluşan güvercinler...
bir de Büyükşehir Belediyesi'nin belirli yerlerde konuşlanarak taze taze sıkıp şişelemek suretiyle 1 YTL'ye sattığı portakal suları var, eğer seviyorsanız.

Perşembe, Eylül 01, 2005

biber ayı

Sonbaharın ilk ayıdır aslında ama Antakya için yazın son ayıdır Eylül. Burada yaşayan insanlar için sıcak ve zorlu geçecek bir dönemdir. Kimse hüzne kapılmaz yaz bitti, soğuklar başlayacak diye. Tam tersi sıcaktan yakınırlar, bol bol banyo yapar, gün boyu klimalarını açık bırakırlar.

Kışa hazırlık bu ayda başlar yavaş yavaş. Bizim için çok önemli olan ve ismine “biber ayı” dediğimiz ayın günleri aslında çok yorucu geçer. Bu ayda sıcaklık 38 dereceye kadar ulaşır, ev hanımları yıllık salça ve pul biber ihtiyaçları için damlarına, balkonlarına boylu boyunca biberlerini sererler. Bunlar yakıcı güneşte bir güzel suyunu çeker, sonra şehrin her semtinde bulunan biber çeken kişilere götürülür ve bir güzel kıyılır. O esnada yakınlarda bulunmasanız iyi olur; çünkü acı bir koku boğazınızı yakar, gözleriniz çeşme gibi akmaya başlar. Çekme işleminden sonra kışlık pul biberiniz hazır hale gelir.

Biber ayının en zor işi de salça yapmaktır. Pazarlarda boylu boyuna serilerek alıcı bekleyen biberlerden kafanıza uygun olanı seçilir, fiyatla da anlaşıldıktan sonra çuvallarla salça yapılacak yere getirilir. Önce bir güzel yıkanıp temizlenir, sonra da çekme işlemine geçilir. Bunun yapıldığı alet aynı et kıyma makinesi gibidir; ama elektrikli değildir, bilek gücünüzle kolu çevirerek biberleri çekersiniz. Bakmayın öyle kolay göründüğüne, çok yorucudur. Biberler çekirdek ve sapından ayrılıp kıyılır hale getirilir; ki biber çok acı olduğundan buharını solumak suretiyle boğazınızı yakar,ayrıca gözleriniz de kızarır. Ancak işin en acıklı yanı ise ellerdir, eldiven giyersiniz ama kar etmez, sızım sızım sızlarlar. İnanın bu yanış çok kötüdür, bazen dayanılmaz hale gelir, gece yatırmaz sizi. İş bittikten sonra tepsilere yayılıp güneşe çıkarılır, birkaç gün içinde salçanız hazır hale gelir. Çekilen onca zorluğa değer mi bilmem, ama harika lezzette bir salçanız olur. Oh, mis gibi!
İşte biber ayı başladı. Biz hala sıcaklarla boğuşuyor olacağız, ta ki Kasım gelene kadar. Bir de biberler var tabii. Onsuz bir Eylül düşünmek ne mümkün...

Pazartesi, Ağustos 29, 2005

hibakuska *

çoğu insan ölümü hak eder, çoğu ölü de yaşamayı.ama hayat insanları elemeye tabi tutmuyor, kurunun yanında yaş da yanıyor.

neden insanlar ölümü hak eder? insan şöyle bir zihnini kurcalarsa bu soruya bir sürü cevap bulabilir. kimdir ölümü hak eden, kim değildir? insanın biligisi bunu anlamaya yetmez. bizler sadece olanı seyrederiz, ölenin ardından acı içinde kıvranır, gözyaşı dökeriz; ya da tam tersi seviniriz. elbette bütün insanlar ölecektir, o zaman da şöyle bir soru akla geliyor: madem herkes ölecek, o zaman herkes ölümü hak ediyor olmalı! mesele kişinin ecelinin dolup ölmesi de değildir, mesele ölümü hak edenin ecel dışı bir olguyla hayatına son verilip gereken cevabın sunulmasıdır. alimlerden birinin ileride kötü bir insan olacak diye genç bir çocuğun hayatına son vermesi gibi. ne kadar acı bir durum olsa da, bu anekdotta bilinen bir gerçek vardır. o gerçekten hareketle hükmü verilmiş , böylece ileride yol açacağı kötü durumlar önlenmiştir. insan ne olacağını bilemez, olacakların da önüne geçemez; içinde bulunduğu ana hükmedebilir sadece.

şimdi düşünelim, Japonya'ya atılan atom bombası binlerce insanın ölümüne, geride kalanların da bir çok sağlık sorunlarıyla karşılaşmasına yol açtı. hayatını kaybeden onca insan içinde ölmeyi hak eden de vardı, hak etmeyen de. o insanların hepsi yaşasaydı, acaba şimdiki durum, dünya düzeni nasıl olurdu? bunu elbette bilemeyiz, belki daha iyi olurdu, belki de daha kötü. sonuçta ölen bir sürü insan var, iyi de olsa kötü de olsa. biz insanlar ne kadar üzülsek, acısak da bu duruma, hayatın acımasızlığı karşısında yapacağımız bir şey yoktur.

biz insanlar, dünya üzerindeki hakimiyetimiz boyunca bir sürü hüküm verdik, bundan sonra da vereceğiz. bizim yapamadığımızı da tabiat üstlenecek; tıpkı geçmişte de üstlendiği gibi. depremler, seller, volkanik patlamalar, salgın hastalıklar...bütün bunlar olurken kurunun yanında yaş da yanacak. insan, bunları yaşamak için mi geldi dünyaya, bu acıları çekmek için mi geldi?
bu soruyu işte o insanlara sorun: Hibakuskalara. onlar eminim cevabını çok iyi bilecektir.

*Hibakuska:cehennemi gören. Japonlar atom bombasından sağ kurtulup hala yaşayanlara böyle derler.

Perşembe, Ağustos 25, 2005

bir hikaye...

günler çabuk geçeceğe benzemiyordu dersler başladığında. sıkıcı geçecek ilk haftayı sağda solda gezinerek, biraz da kitap karıştırarak geçirecekti. sınıfındaki insanları henüz tam olarak tanımıyordu; kimisiyle tanışmış, kaynaşmıştı; kimisi sadece selam veriyordu; kimisinin de varlığından haberi yoktu. biten bir günün ardından sınıftan çıkmadan yanındaki arkadaşına yarınki dersleri sordu ama o da bilmiyordu. o esnada yanından geçen öğrencinin kolunu tuttu, yüzüne baktı, daha önce hiç görmemişti onu. sordu yarınki dersleri kolunu bırakmadan; cevabını aldıktan sonra teşekkür etti ve bıraktı kolunu; o ise yoluna devam etti. gözlerinin içi gülüyordu kendisine bakarken; yeşildi gözleri, yemyeşil. gözden kaybolana kadar baktı ona, etkilenmişti sanki, bilmiyordu.
ertesi gün, anlamadığı bir şekilde gözleri onu aradı sınıfta. onu izlemek, gözlerine bakmak hoşuna gidiyordu. o gün bittiğinde hala aklındaydı, anlamıştı artık ondan hoşlandığını. ama hiç umutlanmadı, üzerinde de fazla düşünmedi. o hafta bittiğinde bir iki kez daha konuşmuş, göz göze gelmişlerdi. hafta sonu sıklıkla düşündü yaşadıklarını. birkaç gün içinde hızla büyümüştü ona beslediği duyguları; hafta başını bekleyip durdu tekrar görebilmek için.
o gün geldiğinde, sınıfa geçmişti öğrenciler ama öğretmen gelmemişti henüz. önündeki sırada oturuyordu, kendisi de bir yandan onu gözlüyor, bir yandan da arkadaşıyla konuşuyordu. birden arkasına döndü, gülümseyen gözlerle kendisine baktı, hiçbir şey söylemedi. o da hiç çekinmeden ona baktı, yürek atışları hızlanmış, içini tatlı bir duygu kaplamıştı ve saniyeler geçtikçe daha bir haz veriyordu bu duygu. önüne döndüğünde kendisine nedensiz olarak dönüp bakması o kadar hoşuna gitmişti ki... artık bir şeyler hissedebiliyordu; düşünüyordu, acaba o da mı... yoksa neden sebepsiz baksın ki diye düşündü. o gün hep bu anı hayal etti, o hazzı tekrar anımsadı, o kadar güzeldi ki.
günler geçiyordu, artık daha bir yakındılar birbirlerine; göz göze gelmek ikisini de korkutuyordu, bunu o kadar iyi anlıyordu ki. kendisine bakmıyordu; çünkü bakamıyordu, bunu biliyordu. hiçbir şey sormuyordu, bir şey istemiyordu; sebebi buydu işte. aynı şeyleri kendisi de yapamıyordu. artık onun önünde oturuyordu ve arkasını dönemiyordu, dönse de bakamıyordu yüzüne, ama onun kendisine baktığını görebiliyordu. bu onu o kadar mutlu ediyordu ki...
yine de birbirlerine bakma arzusuyla çırpınıyorlardı ikisi de. arkadan ona seslenip kitap, defter istiyordu; sırf yüzünü görebilmek için. aslında ihtiyacı yoktu, şöyle bir göz atıp bakıyormuş gibi yapıyor ve tekrar veriyordu aldığı şeyi; o da tekrar yüzünü göreceği için sevinçle alıyordu ellerinden.
bir gün sırf ellerini tutmak, sıcaklığını hissetmek için anlamsız bir bahaneyle ellerini sıktı; o an yüreğindeki hazzı anlatabilmesi mümkün değildi. o sıcaklığı hala hissedebiliyordu yüreğinde o anı düşünürken. her şey açıktı, seviyordu, çok seviyordu. o da onu çok seviyordu, belki de kendinden daha fazla. madem böyleydi, söylemeliydi artık, bunun zamanı gelmişti. söylemekten çekinmiyordu, o cesareti kendinde bulabiliyordu. ama nasıl söyleyecekti?

günler hızla geçerken, o da bunun planlarını kuruyordu; bir an önce söylemek istiyordu. ama hep bir engel çıkıyordu, ağır dersler, zor sınavlar... bunlar engel olmamalıydı aslında; ama derslerini geçmeliydi, iyi bir dereceyle hem de.bunu geleceği için şart koşuyordu ve belki de ikisinin geleceği için ilerlemeli, yükselmeliydi.
birinci sınıf bitti bu düşüncelerle. zaman zaman öyle anlar oldu, onun yokluğuyla kıvrandı, acı çekti; ama her şeye rağmen direndi. artık direnecek gücünün kalmadığını anlamıştı. yapması gerekeni biliyordu. telefonunu bir türlü isteyememişti, korkmuştu bundan. ne o, ne de kendi cesaret edebilmişti bunu yapmaya. arkadaşından aldı numarasını; ama arayamadı, mesaj gönderdi. iki gün sonra bir daha, sonra bir daha, sonra bir daha... bir şeyler ima ediyordu bu mesajlarda; ondan cevap gelmedi ve üzülmedi bu duruma; çünkü kendisi de aynını yapardı yerinde olsaydı. artık sıkılmıştı, gönderdi mesajı, apaçık söyledi onu sevdiğini ve heyecanla bekledi; bu defa cevap alacaktı,kesin. telefonu çaldı, arayan oydu; kalbi hızla çarpıyordu, korkuyordu; ya tam tersi olursa! açmayacak, açamayacaktı; meşgule düşürmeye karar verdiği sırada telefon tamamıyla kapandı, şarjı bitmişti! aceleyle tekrar açtı, şarj aletini taktı ve bekledi, bekledi...
cevap gelmemişti...
kendi hatası değildi bu, telefonun suçuydu; kendi meşgule düşürse çok pişman olacaktı ama öyle değildi ki, kaderin bir oyunu muydu bu?
o günden sonra hep bekledi, on gün oldu, sonra on beş, sonra...
artık ümidi kesmişti, yapacağı tek şey beklemek, okul açıldığında tekrar görebilmekti onu. ama olmadı, göremedi onu ilk hafta. ümitsizliğe kapılmadı; çünkü gelecekti biliyordu, gelmeliydi, olamazdı aksi bir şey. ama olmuştu bile, okuldan ayrılmıştı. neden diye sordu kendine günlerce, neden gitti?
hepsi onun hatasıydı, her şey. halbuki böyle olmayabilirdi, söyleyebilirdi ona her şeyi zamanında. yapmamıştı, hepsi kendi suçuydu ve şimdi bu suçlarının cezasını çekecekti.
hayat çok acımasız davranmıştı ona, hatasının bedelini çok ağır ödetmişti. şimdi onsuzdu ve yapabileceği tek şey beklemekti, yine beklemek.
hep beklemek...

Pazartesi, Ağustos 22, 2005

ateşte pişen yemek

güzel bir yaz sabahı. havada insanı ferahlatan bir rüzgar var; nem o kadar fazla ki sıcak bir rüzgar olsa bile insanı rahatlatıyor. ağaçların gölgesi altında yapılan isteksiz bir kahvaltıdan sonra en sevilen an olan çay eşliğinde muhabbet safhasına geçiliyor. iş yok, güç yok, tasasız bir şekilde istediğimiz kadar uzatabiliriz bu güzel muhabbeti. önce o gece gördüğümüz rüyaları anlatırız birbirimize; "hayırdır inşallah" temennileriyle son bulur bu fasıl. ondan sonrası malum zaten; o kadar çok şey var ki konuşacak yeryüzünde, bir de derin meselelerse eyvah! çay soğur, kahvaltılıkların üzerinde sinekler uçuşmaya başlar, kaldıralım bari diyerek işe koyuluruz. önemli bir kısım geride kalmıştır artık, kahvaltı böylece son bulur.

o günün öğlen yemeği düşünülmeye başlanır sonra. güzel bir patlıcan yemeği ya da saç kebabı ya da... yemeğin ne olduğu değildir önemli olan, yemeğin nerede pişeceğidir. güzel bir ocak vardır bahçenin en gözde yerinde. ateş yakılır, ocak çevresi bir takım araçlarla kapatılıp istenmediği kadar hızlı esen rüzgardan korunur. ara sıra odun atılır ateşe, yemek karıştırılır. herkes o anı beklemektedir; yemek pişse de yesek! soğuk bir ayran ve acılı bir salata eşliğinde doyulmaz tadına varılır yemeğin; bir başkadır odun ateşinde pişen yemeğin tadı. istemediğin kadar yersin, varsın olsun!

hala anlayabilmiş değilim; neden bu kadar lezzetli olur odun ateşinde pişen yemeğin tadı? belki de üstüne sinen dumanın etkisidir bu farklılık. ama bildiğim bir şey var ki hiç bir zaman bir olmaz mutfakta tüp gazla pişenle odun ateşinde pişen yemeğin tadı.

Cumartesi, Ağustos 20, 2005

hayata dair betimlemeler

çok düşünüyorum bugünlerde, insanların yüzde kaçı kendi kendine “ben mutluyum.” diyebiliyor? çıkıyorum sokaklara, insanları inceliyorum tek tek, kiminin yüzü gülüyor, kimininki de asık. gülen insanlar mutlu mu gerçekten? acınacak halde olup da gülmeyi başarabilen insanlar mı onlar yoksa?

ölüm dışında, hayatı boyunca büyük bir acı yaşamamış bir insan tanımıyorum ben, yaşadım diyene de inanasım gelmiyor. “ömrüm boyunca mutluydum,yapmak istediğim çoğu şeyi yaptım.” diyebilen bir insanın varlığına inanmam. belki hayat fazla acımasız davranmamıştır o insanlara, ama bizim doğamızda vardır mutsuzluk. insanlar bilirim, doğru düzgün bir “mutluyum!” diyememiştir. hatta alışmıştır acılarla yaşamaya; mutlu bir anında içini bir telaş kaplar, felaket senaryoları yazmaya başlar kafasında.
tam mutluyum artık diyecekken insanlardan darbe yer bu kez de. isyan etmeye başlar, lanet okur hayata, düzene. bedbin insanlar yüzünden olmuştur bütün bunlar ve suçlu kendisidir, zayıf öz benliğidir. halbuki kendine olan güveni sayesinde bunları aşmalı, kim ne derse desin önüne bakmalı, sağlam adımlar atarak ilerlemeli hayat yolunda. insanları mutsuzluğa, başarısızlığa sürükleyen de bu değil midir zaten: zayıflık!

doğanın değişmez kanunudur: “güçlüler hayatta kalır, zayıflar elenir.” küçük bir canlı komünitesinden tutun da insanlara kadar bütün şuurlu canlılar bu kanuna göre yaşarlar dünyada. bizler bu kanuna göre şekillendiririz hayatımızı, ötekini alt etmek ve öne geçmektir görevimiz. her insan doğar, büyüyüp gelişir; zamanı gelince öğrenir görevinin ne olduğunu, bu dünyayı terk eden insanlardan alır bu görevi ve başlar uğrunda çalışmaya, hatta savaşmaya. hedef hep önde olmaktır. kendisi dışında herkes rakibidir; ailesi, dostları, arkadaşları... uğrunda seve seve ölebilecek kadar sevdiği insan bile. bu insanları bir yere kadar destekleyecektir, belki mümkün olan en son ana kadar onları yanında görmek isteyecektir; ama geriye tek seçenek kaldığında yapacağı şey bellidir: yaşamak denen oyunu önde bitirmek, yani kazanmak! bunun sonucunda kendisine verilecek ödül ise iki cümleden ibarettir:
oyun bitti, kazandınız!

Perşembe, Ağustos 18, 2005

yağmur

hayatımda en çok sevdiğim kelimedir yağmur, hem madden hem de manen. yağmur deyince aklıma şu görüntü gelir: yemyeşil çayırlarla ve ağaçlarla kaplı sarp tepeler, aynı Doğu Karadeniz gibi. gökte bulutlar ne çok koyu ne de çok açık gri; yağmurun saflığını, güzelliğini gölgeletmeyecek şekilde dengede. ağaçların yaprakları ışıl ışıl parlıyor tazeliğiyle, çayırlar bayram ediyor biraz daha büyümek, göğe doğru adım adım ilerlemek, ona biraz daha yaklaşabilmek ümidiyle. ben o çayırların ortasındayım: içimde sıkıntıdan, karamsarlıktan; zihnimde en ufak bir ağırlıktan, rahatsızlıktan eser yok, adeta kuş gibiyim ve kendimi bırakmışım yağmurun ortasına, ıslanıyor, sırılsıklam oluyorum yağmur damlalarıyla. o damlaların saflığında, duruluğunda kendimi buluyorum, özgürlüğü, mutluluğu, hayatın, yaşamanın anlamını, güzelliğini buluyorum. ufkum açık, korkularımdan, endişelerimden eser yok, yağmur damlalarıyla birlikte akıp toprağa karışıyor hepsi. her şeyimle kendimi yağmura, saflığa, duruluğa bırakmışım, düşünmüyorum hiçbir şey. biraz sonra ıslanıp tenime yapışmış giysilerimi de çıkarıyorum, artık tamamıyla onun kollarındayım, yağmur gibi çırılçıplak. düşen damlaları tenimde birebir hissediyorum şimdi, durulanıyorum akan her damlayla, özüme kavuşuyorum. insan olmanın özüne, yani güzelliğe ,erdeme, saflığa. artık bütün çirkinliklerden uzağım, bütün kötülüklerden, kinden, nefret tohumlarından...

artık kendime insan diyebilirim ,saf, temiz duygularımla, gönlümde biriken sevgiyle,kavuştuğum en güzel halimle.
içimde besleyip büyüttüğüm nefretle, kinle, kıskançlıkla, düşmanlıkla, fesatlıkla, kısacası bütün kötülüklerle kaldığım sürece asla kendime ben bir insanım diyemem.
çünkü benim özüm saflıktır, duruluktur, sevgidir: kısacası hayattaki güzelliklerin hepsidir, bunlar özümde olduğu sürece kendime insan diyebilirim.
bir insan, tıpkı yağmur gibi...

Salı, Ağustos 16, 2005

yol hikayesinin sonu

Asurlular “Irmaklar Ülkesi” dermiş Hakkari’ye. Zap Suyu ve vadisi, onun kollarıyla sarp dağları yararak denize kavuşma arzusuyla ilerlemiş bu topraklarda.

çıkıyoruz Başkale’den yola, Hakkari’ye doğru. inişli çıkışlı yollarda ilerliyoruz, buralar sarp tepeler ve vadilerle dolu, zaten rakım da oldukça fazla, çıktığımız kadar çıkmışız yukarılara. tepeler çoğunlukla çıplak, bozkır görünümünde; galiba birçok ağaçlık yok edilmiş buralarda. bir tepenin yamacına giriyor ve aşağıdaki düzlükte Zap Suyu’nu görüyoruz. yamaçtan indikten sonra yol tekrar tırmanıyor ama biz ilerlemiyoruz. sol tarafımda Zap Suyu ve kaplıca, sağ tarafımda yine Zap Suyu ve onunla birlikte bir ağaçlık. önce sağa giriyoruz, buradaki ağaçlıkta yöre halkı piknik yapıyor,öğlen saatlerinde de nehirde serinliyorlar. aslında serinlemiyorlar; çünkü hava zaten serin, yüzüldüğü de söylenemez;çünkü derin değil nehir. en iyisi eğleniyorlar diyelim. üstelik nehre girmek için saat 2-3 civarını bekliyorlar, çünkü suyun ısınması lazım. malum, sıcaklık yaz boyunca ortalama 23 derece. ancak yolun sonundaki kaplıcaya istediğiniz zaman girebilirsiniz, tabii. kayalarda oluşmuş küçük gölcükler var burada, dibinden suyun kaynağını görebiliyorsunuz. insanlar içinde saatlerce oturuyorlar şifa umuduyla. nelere iyi geldiğini sormuyorum, bilmek de istemiyorum zaten. bir de maden suyu kaynağı var burada. biraz içiyorum, işlenmemiş doğal sodadan. insanlar şişelere doldurup götürüyorlar evlerine, ne güzel. hazımsızlığınız varsa o gün, bakkaldan soda almaya ne hacet, evde şişelerce var nasıl olsa.

düşünüyorum da böyle sarp dağları olmasaydı, güçlükle ulaşılan yerler olmasaydı; uzun ve sert kışı olmasaydı; gazete öğleden sonra ulaşmasaydı; böyle gelişmemiş yerler olmasaydı; insanları doğal olmasaydı; gelişmiş sanayisi olsaydı... acaba bunlar ve diğer tüm olgulardan birkaçı ya da hiçbiri olmasaydı, Doğu o farklı havasını, o bambaşka özelliklerini hala özünde koruyor olabilir miydi? bilmiyorum ve bilmek de istemiyorum.
artık o topraklarda değilim, o mistik havayı artık solumuyor, yaşamıyorum; çünkü geri döndüm, burada sona erdi yol hikayesi. çok özleyeceğim ve bir gün geri döneceğim oralara. umarım, özünden, özgünlüğünden hiçbir şey kaybetmez, ne kadar farklılaşırsa farklılaşsın.
gitmesin o topraklara sanayi, gitmesin Batı tarzı yaşam. eğitim gitsin oralara, kültür gitsin. insanlar okusun, öğrensin, gazete vaktinde ulaşsın. geleneklerini yitirmesin insanlar, tarım ve hayvancılıkla uğraşsın ve bu alanda Türkiye’nin en gelişmiş yöresi olsun Doğu. nehirler, göller kirlenmesin sanayi atıklarıyla; topraklarda humus,hayvan gübresi gibi doğal ve faydalı atıklar olsun. her yer tarım toprağı ve orman olsun, hayvan çiftlikleri kurulsun bol bol; insanlar bunlarla mutlu olsun,rahat olsun,ferah ve iyi bir yaşam sürsün.kısacası doğallığını hiçbir zaman yitirmesin Doğu.

Cumartesi, Ağustos 13, 2005

Doğu kültürü

gittiğim yörenin, yani Van ve çevresinin değişik kültürel yapısı hakkında yazılması gereken en belirgin özellikler sanırım yiyecek, içecek konusunda. otlu peynir diye bir peynir çeşidi var burada. içindeki otun tadı sarımsak gibi bir şey, ilk yediğinizde bu peyniri belki hiç hoşunuza gitmeyebilir; ama eğer alışırsanız vazgeçemeyeceğiniz kesin. bir de şöyle bir ayrıntı var. içindeki otu çıkardığınızda geri kalan peynir çok lezzetli, harika bir şey. böyle bir peynir zor bulunur, eğer otlu peynir hoşuma gitmedi, alışmak da istemiyorum derseniz sadece peyniri ısmarlatıp satın alabilirsiniz.

bir de İran çayı var buralarda. Türk ya da Seylan Çayı’na hiç benzemiyor. bizim Hatay’da Arap Çayı içmek yaygındır, tadı biraz onu anımsatıyor ama bu çay çok daha lezzetli ve Arap Çayı gibi aşırı yoğun bir tadı yok, harika bir aroması var. Türk Çayı dışında bir çay içmek istiyor ve Seylan çayından da bıktım diyorsanız mutlaka tatmalısınız İran Çayı’nı.
Van ve civarında insanlar çaya şeker katmıyor, şekeri ağızlarına alıp üstüne çayı yudumluyorlar. bu içimin adı ise “kıtlama” imiş. denedim, pek bir haz alamadım. çok ilginç bir gelenek daha: çayın yanında mutlaka misafire çerez vereceksin, onsuz kesinlikle olmaz. harika bir adet, değil mi?

bir akşam yemeğine davetliyiz. misafirler oldukça fazla. ev ise geniş, avlusu da kocaman, sorun yok yani. sofra kuruluyor, tabii çoğunluk et yemeklerinde. oldukça zengin bir sofrada leziz yemekler tadılmayı bekliyor. erkekler ayrı, kadınlar ayrı yiyecekmiş ve erkekler önce yemeliymiş, adet böyle. ne ala diyor, kimseyi düşünmeden afiyetle yemeğimi yiyorum. kadınlar aç oturuyor diye tasalanmanın sırası değil, ben kendi derdimdeyim. yemekten sonra güzel bir İran Çayı, tabii yanında da çerez, olmazsa olmaz. ben şekeri içine atmayı tercih ediyorum,içen kıtlama içsin.

hayat bütün doğallığıyla akıp gidiyor buralarda. yapmacıklığa yer yok; kimse düşünmüyor yediğim etin kalorisi kaç, kolesterol yapar mı, eti elimle yesem laf olur mu, çayı höpürdeterek içsem ayıp olur mu diye. herkes rahat, samimi; kimsenin kimseyi şikayet ettiği yok.
eh, aslolan da bu değil mi zaten?

Cuma, Ağustos 12, 2005

Doğu'da yaşamak

diğer sarp dağlara göre daha alçakta kalmış, kalesi olan, çıplak bir dağın eteğinde kurulmuş Başkale. eskiden beş tane kalesi olduğunu ve isminin “Beşkale” olduğunu söylüyor yöre halkı. garip bir ilçe burası, diğer yerlere hiç ama hiç benzemiyor, o kadar farklı ki. gazete geç geliyormuş buraya, havası çok güzel,sürekli rüzgar var ve yaz ortasında sıcaklık 25 dereceyi geçmiyor. akşam dışarıda rüzgarın etkisiyle üşüyebiliyorsunuz ama alıştıktan sonra pek etkilemiyor. kendi halinde bir dünya burası, unutulmaya yüz tutmuş; nitekim ulaşılması o kadar güç ki. insanları sıcak ve misafirperver. eğitim sorunu, sağlık sorunu, ulaşım sorunu almış başını gidiyor. çarşıda gezinirken dükkanın birinde bir yazı dikkatimi çekiyor: “korpoz bölönör”! ne demek şimdi bu diye soruyorum kendime, herhalde “karpuz bulunur” demek istiyor. çok üzülüyorum karşılaştığım bu manzaradan dolayı.

kaldığımız yerin geniş bir bahçesi ve bahçenin de çeşitli meyve ağaçları var. doğal olarak da çocukların odak noktası, meyve yürütebilmek için. bir ara bahçeye girmişler, tabii apar topar kovalandılar; üstelik hiçbir şey yürütemeden. duvarın dibinde durup konuşuyorlardı, birkaç tane elma kopardım, yanlarına gidip demirlerin arasından onlara uzattım ve geri döndüm. afiyetle elmaları yedikten sonra beni yanlarına çağırdılar, gittim, tanıştık. yaptığım şey çok hoşlarına gitmişti, beni kısa sürede sevdiler, ben de onları. aralarına katıldım, artık samimiydik. yaşadığım yerdeki insanların hiçbirine benzemiyorlardı onlar, çok farklıydılar. Eylül girer girmez kendini gösteren ani soğuk, altı yedi ay yerde kalan kar ve sadece iki ay süren yaz günleri hakim burada ve bütün bu soğuğa on ay boyunca katlanmak zorunda kalan tenleri çoktan yıpranmış insanların. akşamları hayat bitiyor kentte, herkes pırını pırtısını toplayıp evlerine çekiliyor. kadınlar çarşıya çıkmıyor, bir ihtiyaçları varsa eşleri onların yerine alışveriş yapıyor ve bu kadınlar eşini dostunu ziyarete gidecekse eğer, arka sokaklardan gidiyorlar ulaşmak istedikleri yere. evler çoğunlukla tek katlı, iki katı geçen bina yok sayılır.

yaklaşık iki üç yıl önce Atlas Dergisi tır ile gelmiş buraya. dergideki bu kentle ilgili tek fotoğrafta gördüğüm, konaklayan tır ve sırtında çantasıyla ona meraklı gözlerle bakan iki ilkokul öğrencisi. buralara da uğradıkları için minnettarım Atlas Dergisi’ne. buraların diğer bütün yerlerden daha çok ihtiyacı var bu organizasyonlara.
atamaları buralara yapılan doktor ve öğretmenler çalışmamayı kabul edip gelmiyorlar buralara; ancak buraların havasını soluduktan sonra bir çoğunun kalmak isteyeceğine inanıyorum. ömür boyu değil ki zaten, sanırım iki yıl. buralar hizmet bekliyor, yarınlarımız hizmet bekliyor. bu ülkede yaşayan her insan için yurdumuzun her köşesi bir olmalıdır.

Perşembe, Ağustos 11, 2005

yol hikayesi

Tatvan’dan ayrılıp Van’a doğru yola çıktıktan sonra yol boyunca bazen içerilere dalıp bazen göl kıyısında ilerleyerek keşfe devam ediyoruz. Van kenti büyük bir yerleşim yeri. şehrin belli bir düzeni yokmuş gibi geldi bana, nitekim biz Hakkari yoluna doğru saparken kaç ana artere girdik bilmiyorum.
uzun bir tırmanış başlıyor şimdi. dağların yamaçlarında tırmanarak uzayan kıvrım kıvrım yolları aştıkça aşağıdaki manzaranın göz alıcılığı artıyor. artık epey bir yüksekteyiz ve şimdi aşağı bakıyorum da insan hiçbir şeyi doğru dürüst seçemiyor.muazzam bir uçurum ve o uçurumun kenarında bizler...
aşağısı düzlüklerden oluşuyor, ağaçlar çok az, evler varsa bile görünmüyor ve alacalı renkler hakim toprak yüzeyine. düzlüklerin sonu yine epey yüksek dağlarla bitiyor, buradan rahatlıkla görebiliyoruz onları. düşünmeden edemiyorum, aşağıdaki düzlük dururken niye böyle dağın tepesinden gidiyor yol diye ama elbet bir sebebi vardır.
biraz mola veriyor ve kaynağını eriyen kar sularından alan bir çeşmenin başına yığılıyoruz. buz gibi soğuk su ve o kadar lezzetli ki... fazla içemiyorum ama yanıma bir miktar alıyorum daha sonra içmek için. insan içmeyip saklayayım diye düşünüyor bu suyu; bir daha yolum düşer mi, böyle bir su elime geçer mi..?
tırmanmaya kaldığımız yerden devam ediyoruz ve sonunda ulaşabileceğimiz en yüksek noktaya varıyoruz: Güzeldere Geçidi, rakım 2730. soluk alış sayım artmış mı, nabzım hızlanmış mı ya da damarlarımdaki kanda dolaşan alyuvar sayısı artmış mı bilmiyorum ve bilmek de istemiyorum; çünkü manzara olağanüstü. kendimi bu olağanüstülüğün kollarına tamamıyla bırakıyor ve bu güzelliği seyrederek iniş yolunu kat etmeye başladığımızı hissediyorum. bu iniş çok çok 330 metre civarı bir miktar oluyor sadece; çünkü Başkale’deyiz, artık istirahat zamanı.
bundan sonrası ise başlı başına bir hikaye. buralarda hüküm süren yaşam, insanlar, Zap Suyu, kaplıca, Hakkari... içimdekini yazıya tamamıyla döksem kitap olur, eminim. belki bu kitapta da anlatmayı unuttuğum nice olay kalır bilinçaltımda.
en iyisi en öne çıkanları yazmak ve fazlası için “gidin, görün, yaşayın ve anlayın” diye önermek. eminim böylesi daha iyi.

Cumartesi, Ağustos 06, 2005

Doğu'dan izlenimler

yollar uzun, sonu gelmiyor. aslında o kadar çok yer var ki gezecek ama pazartesi dönüyoruz eve; Antakya'ya.

Doğu sıcak, hem de çok... ama güzel bir hava katıyor gezimize. yazlar olması gerektiği gibi sıcak, kışlar da olması gerektiği gibi soğuk. hani güneş doğudan doğar, batıdan batar ya, onun gibi.

Malatya'da Fırat Nehri'ni geçerek ayrılıyor, Elazığ topraklarına giriyoruz. burada sarp tepelerin arasında sıkışıp kalmış nehir. Fırat'ın hikayesini herkes bilir, o yüzden sempatiyle bakmıyorum ona. aklıma ölüm, acı, ayrılık geliyor hep. Elazığ kentini geçince yine karşımıza çıkıyor; bu sefer de geniş bir alana yayılmış halde selamlıyor bizi. burada az da olsa sempatiyle bakabiliyorsunuz ona. çünkü ilk karşımıza çıktığında ölüm çukuru gibi dar, derin ve tehtitkar görüntüsünü burada bulamıyorsunuz. ama akıllara kazıdığı kötü izlenimin etkisinden kurtulamıyor ve yine yüzünüzü çeviriyor, sırtınızı dönüyorsunuz ona.

Bingöl'deyiz. buraya neden bu isim verilmiş bilmiyorum ama elbet bir hikayesi ya da bir geçmişi vardır. oldukça sıradan bir şehir bu. bırakalım şehri, biz Doğu'nun mistik havasına kendimizi bırakalım. sonuçta gelişmiş bir şehir olsa da fark etmez.
Çevremizde uzanan yüksek dağlar, boylu boyuna uzanan bozkır topraklar ve kerpiç evlerden oluşan köyler... bir zamanlar ne uygarlıklar yaşamış bu topraklarda. bunların geride bıraktığı birkaç kalıntı bile o dönemin havasını hissettirmeye yetiyor.

Muş'a uğramadan geçiyoruz. o sıralarda şafak söküyor yavaş yavaş; çünkü gece yola çıktık. Muş Ovası'nı geçtiğimizde güneş hala yüzünü göstermiyor. Tatvan'a vardığımızda serin havayla sabah güneşi birbirine karışıyor; sokaklar henüz boş, tek tük insanlar görüyorum. güzel bir ilçe Tatvan, çok şirin. asıl hikaye bundan sonra başlıyor. artık Doğu'nun kalbindeyiz...

Çarşamba, Ağustos 03, 2005

Doğu yolları

Türkiye'nin büyük bir kısmı unutulmuş bölgesine gidiyorum:Doğu'ya...
İlk durağım Malatya oluyor;zaten doğuya giden bir giriş kapısı niteliğinde.Şehre vardım diyecekken birden sağa dönüyorsunuz ve bayır aşağı iniyorsunuz. insan şaşırıyor yoksa şehir bitti mi ya da başka bir yerlere mi gizlendi de ben mi farkedemedim ya da dalgınlıktan şehre girip çıkmışım haberim mi yok diye.bayağı yeşil bir vadinin dibine indikten sonra tekrar tırmanıyoruz; şaka gibi. neyse tırmanış bitiyor ve karşımızda bir düzlük beliriyor; işte bu andan sonra Malatya başlıyor. sanki doğuyla batıyı ayıran bir sınırmış gibi sesleniyor bu vadi. ancak şehre girdikten sonra hiç de öyle demediğini fark ediyorum; oldukça gelişmiş bir şehir burası. madem öyle değil, peki bu vadinin sırrı ne? güzel güzel düz yolda ilerlerken birden sürpriz yapıyor size. geçtikten sonra yine aynı manzara: koca bir düzlük... aklımda garip düşüncelerle şehre giriyorum; tek basşıma değilim, yanımda ailemleyim. Güzel bir kavşağa geliyoruz ve şehir merkezine giriyoruz. solumda garip tasarımlı bir yapı beliriyor, henüz inşa halinde. belediye sarayı yapılıyormuş ama yaklaşık bir yıldır öylece duruyormuş, bir takım sorunlardan dolayı. şehrin göbeğinne geliyoruz; oldukça kalabalık. şehir kayısıyla yatıp kayısıyla kalkıyor burada. çarşısında gezdiğimizde kayısı ürünlerini görüyorum: kayısı atomu,lokumu,pestili,reçeli,kolonyası... karadenizlilerle dalga geçeriz hamsi tutkunlukları dolayısıyla; işte yeni bir malzeme size: kayısı. aslında hiç de dalga geçilecek bir meyve değil bu; çünkü tadı gerçekten harika. bu sene o kadar çok kayısı varmış ki.
Malatya ovasının içine dalıyoruz; her yer kayısı bahçesi... her yaz çevre illerden mevsimlik işçi geliyormuş buraya ama benim dikkatimi çeken aslında şu ki gelen işçi bir daha gitmiyor gibi görünüyor. bayağı göç aldığı kesin diye düşünüyorum.
İnönü üniversitesi gelmişken görmeden edemediğim bir yer oldu. kampus bayağı büyük, binalar yerli yerinde ve büyük bir de hastanesi var.
şehir büyük ve geniş bir ovaya yayılmış,sokaklar ferah, binalar düzgün. buralara da hipermarketler yayılmış. hava çok sıcak ve kuru.
Malatya, buradan sonra gittiğim iller ve diyarlarla kıyaslanacak olursa bir Batı şehri havasında. Doğu'nun o farklı havası, doğası, gizemi yok bu şehirde. Elazığ da aynı havayı yansıtıyor ama yavaş yavaş hissettiriyor o istediğim o farklılığı. burası biraz daha az gelişmiş, dar bir şehir. buradan çıktıktan sonra daha bir heyecanlanıyorsunuz; eğer siz de Doğu'nun o gizemini fark edenlerdenseniz...

Salı, Temmuz 19, 2005

tatil yolu

saat iki sularında yola çıktık; hava sıcak, hem de çok. Amik ovası yanıyor, uçsuz bucaksız toprakların sonu görünmüyor. ufka baktığınızda bir sis kümesi görüyorsunuz. insanın gidesi gelmiyor oralara, ardında ne olduğu belli çünkü: sıcak! ovadan kıvrılıp dağa tırmanmaya başlıyoruz, artık Antakya'ya veda etme zamanıdır. zirveye ulaştığımızda ova şimdi daha da bir gözalıcı ve ürkütücü görünüyor. Geçidi aşıp dar bir boğazın çevresinde kurulu Belen'e geliyoruz. burası genelde bulutlu ve serin olur. çok farklı bir havası var; çünkü evler birbiri üstüne kurulu şekilde duruyor. boğazı geçip Belen'i arkada bıraktıktan sonra İskenderun'dayız. deniz gülümsüyor bize ama biraz soluk. civarda hep fabrikalar sıralanmış ve tabii bir de liman ve tersanesi. işte bu yüzden biraz soluk görünüyor; deniz, güneş, kum üçlüsünden bahsetmek imkansız burada.
Hatay sınırlarını terk edene kadar gazete okuyorum, çevreye bakmak artık sıkıcı geliyor bana. gazete de bitmek bilmiyor, bahane çok nasılsa okumak için; varsın bitmesin. yol boyunca gözüme ilişen pek bir olay yok. bir ara yolumuza iki tane inek fırlıyor, ani fren yapmak zorunda kalıyoruz; bu kayda değer mi bilmem ama...
sonunda varıyoruz; valizleri taşımak zorunda mıyım? evden çıkıp da varılacak yere gelene kadar bu tür işleri ben yapmalıymışım, annem öyle diyor.
geç kalkıyorum, sürekli kitap okuyorum. öğlen sıcağında ne yapabilirim ki. akşamlar güzel geçiyor buralarda. mümkün olduğunca ailemle birlikte olmuyorum. onları çok seviyorum ama onlara yakınken değil, onlardan bir adım uzakken mutlu hissediyorum kendimi. yaşımın getirdiği bir istek bu, öyle yorumluyorum. hep onlarla olamayacağım zaten, şimdiden böyle hissetmek çok iyi. zaten bir söz vardır:" zaman alışmayı öğretir ama unutmayı asla." ben şimdiden alıştırdım kendimi, onlar da alışsın.

Pazartesi, Temmuz 11, 2005

huzur istiyorsanız sizde yapın

Hayat bir sürü dertle dolu. gün yok ki bir sıkıntımız, problemimiz olmasın. insan hata yapa yapa yapmamayı öğreniyor. bazen gereksiz şeyleri dert ediniyor. üstelik bunlar o kadar çok ki hayatta, üstesinden gelebileceğimiz ama bilmediğimiz için boşu boşuna zihnimizi ve kalbimizi yorduğumuz şeyler. ben bunları yaşayarak öğrendim. tavsiyem siz bunları yaşamadan öğrenin ki sıkıntı çekmeyesiniz. burada yaşamış bir prototip var, açık ve net.

1- her şeyi karşınızdakinden beklemeyin. bireyler hep çekinirler, bunu istesem bunu yapsam, söylesem acaba ne der,tasvip eder mi? diye soru sorup zihnine hep işin olumsuz tarafını yüklerler ve bu yüzden pasif kalırlar hayatta. halbuki anlaması gerekir, karşısındaki insan sizden yapmanızı istemektedir.
2- karşınızdaki insana nasıl davranıyorsanız, ondan da size aynı şekilde davranmasını beklemeyin. herkes sizin gibi düşünmez,siz başkasınız, onlar başka. siz özür beklersiniz mesela;ama o böyle düşünmez, özrü gerektirecek bir durum söz konusu değildir onun için.
3- herkesin suyundan gitmeyi öğrenin. ikiyüzlülük değil demek istediğim. mesela,karşınızdaki insanın savunduğu düşünceyi tasvip etmiyorsanız,onunla tartışmaya girmeyin. bir şekilde alttan alın, hem onu onu mutlu etmiş olursunuz, hem de siz ters bir duruma düşmemiş olursunuz.
4- insanların arkasından asla konuşmayın,laf götürüp getirmeyin. an gelir,foyanız meydana çıkar,sonunda yalnız kalan siz olursunuz;çünkü etrafınızda kimse kalmamıştır.
5- dinlemesini öğrenin,insanlar kendilerini dinleyen insanları çok severler. bazı insanlar da vardır kihep kendi konuşmak ister,karşısındakine fırsat vermez. bu gibilere açıkça söyleyinbirada sizi dinlemesini. her şeyin bir ölçüsü var, değil mi?
6- üstesinden gelemeyeceğiniz sözler vermeyin. insanlara hayır demesini öğrenin. sonuçta böyle yapmazsanız siz sıkıntı çekersiniz.
7- insanlar gülen, konuşan, anlatan, yani aktif olan kişleri severler ve hep aralarında görmek isterler;siz de böyle davranın, en azından deneyin.
8-yanlarında rahat edemeyeceğiniz, kendinizi huzurlu hissetmeyeceğiniz kişilerle birlikte olmayın,bu kişiler size ne kadar yakın olursa olsun.
8- yeni tanıştığınız birine içten, sıcak ve yakın davranın.Kısa sürede sizi sevecektir.
9- uzun süre görmediğiniz ( mesela ortaokul arkadaşınız ) bir insanla karşılaştığınızda da içten davranın, bu onları çok mutlu edecektir. hakkınızdaki olumsuz düşüncelerini bile silebilir, emin olun.
10- aktif olun. çekinmeyin; yolda karşılaştığınız ve pek samimi olmadığınız birine siz selam verin. iyi bir mevkiye geldiğinizde asla insanları küçümsemeyin, tanımamazlıktan gelmeyin.

kim bilir daha ne kadar çok şey var buraya yazmak istediğim;sanırım bunlar en önemli olanları. son tavsiyem biraz da sizin düşünmeniz,yapıcı bir şeyler buacaksınız.

Perşembe, Temmuz 07, 2005

tezat

Küçükken ne kadar isterdik yaz tatilinin gelmesini;bütün bir günümüz sokakta geçecekti,istediğimiz her şeyi rahatlıkla yapabilecektik çünkü.Çok televizyon da izlemezdik öyle;çizgi film kuşağı biter bitmez kendimizi dışarıda bulurduk.Geniş bahçeler vardı rahatlıkla oynayabileceğimiz.Şimdi bu bahçeleri ancak sitelerde bulabiliyoruz ya da evimiz merkezde değilse bulabiliyoruz.Garip bir durum olabilir ama şimdiki evimiz merkezde ve üç dönümden fazla bahçesi var;bu istisna.
Şimdi bakıyorum geçirdiğimiz yaz günlerine;ne kadar sıkıcı!
Tatil bir yere kadar idare ediyor;deniz,kum,güneş derken onlardan da bir süre sonra bıkıyorsunuz.Sonra tekrar eve dön ve yeniden başla.Ne yapacağım şimdi ben diye düşün dur.Kitap okumak,internette sörf yapmak ya da arkadaşlarla birlikte geçirmek bütün günü.Sonra sabahın ikisine üçüne kadar televizyon,sonra uyku,sonra yeni güne uyanış.Hem de mayışmış ,uyuşuk bir halde.Zaman belki geçiyor ama günler geçmiyor yazın;hep ağırdan alıyor kendini.
Bir iş sahibi olanlar belki alışmışlardır bu duruma;nasıl olsa yıl boyu çalışıyoruz,bizim için yaz ya da kış fark etmiyor,diyorlar.Gelin görün ki bir öğrenci için aynı durum söz konusu değil.İşinden sıkılmış bir kişi için yaz ayları ilaç gibidir herhalde.
Şu işe bak,bizler üç ay boyunca tatil yapmaktan sıkılıyoruz ama kimisi bırak üç ayı bir günü bile bulamıyor.
Hayat ne garip.

Salı, Temmuz 05, 2005

sokaklardan araklamalar

Dün akşama doğru Antakya'nın dar sokaklarından birinde yürüyorum eve doğru;birkaç tane kızlı erkekli çocuk grubu oyun oynuyorlar kendi aralarında.Tabii ben de kulak misafiri oldum biraz,oyunları nasıl bir şey anlamadım ama erkek çocuklardan biri gruba sordu:Mahsun Kırmızıgül'ün sahilde çektiği klibin adı?Hemen bir kız atladı:Sarı Sarı!Diğer çocuklar üzgün bir şekilde anlayamadığım garip sesler çıkarıyordu ben onları geride bıraktığımda.Düşündüm;yahu şu hale bak,iki kere iki kaç eder diye sorsan bilmezler;ama kimin nasıl ,nerede klip çektiğini biliyorlar,paparazzi gibi.
Daha bu sabah NTV'de dinledim,fazla televizyon izleyen çocukların okul başarısının düştüğü ve bu kişilerin üniversiteye girme oranlarının diğerlerine göre daha düşük olduğu yurtdışında yapılan bir araştırmayla kanıtlanmış.Buyrun,görün bizim çocuklarımızı;sabah uyanıyorlar televizyon,akşam yatıyorlar televizyon!Nitekim uzmanlar en fazla iki saat izlemesini tavsiye ediyorlarmış.Ama tv'lerimiz biribiri ardına yarışıyorlar nasıl daha çok izleyici çekebiliriz,diye.Sezon bitti dizilerden kurtulduk derken ardı arkası kesilmeden yeni diziler ekrana geliyor ve birçoğu da gereksiz.Elbette dizi izlenmeli ama bu kadar değil,seçici olmak lazım.Şimdi bir de dizi ödülleri çıktı,daha bir özendiriliyor millete.Her şeyin bir dengesi,nizamı olmalı,aynı tabiat gibi.Halk bilinçli olsa bu kadar dizi türemez,biz de ekranda kaliteli diziler izleriz.Bizden üç katı nüfusa sahip ABD'yi de geçeceğiz bu gidişle.
Bu arada,Aliye,Haziran Gecesi,Avrupa Yakası ve Kurtlar Vadisi'ni izlemenizi tavsiye ederim:)

Pazar, Temmuz 03, 2005

Şurdan burdan araklamalar

Bizim halkımız bir garip,niçin garip;şunun için ki istediği zaman parasını tedavülden kaldırabiliyor.Nasıl oluyor anlamıyorum ama böyle işte.Geçenlerde kantinden bir şeyler aldım,oraya bakan bayana elli bin niyetine beş tane bir kuruş uzattım,bana ne dedi:Bunları kimse almıyormuş...Hoppala!Daha ne kadar olduki piyasaya gireli bu paranın,ne çabuk öyle çekiliyor tedavülden?Halbuki ne kadar sevinmiştim bir kuruşlara;nitekim 490 bin liraysa bir şey,500 bin vermeyecektim,on bin liramı geri alacaktım.Ancak gelin görün ki bizim esnaf milleti çoktan kaldırmış tedavülden,Merkez Bankası'nın haberi bile yok.Eskiden 25 binliklerin tedavülden kaldırıldığını duyduğumda"Geç kaldınız,millet çoktan kaldırdı bile."deyip geçmiştim.Ama bu haksızlık,şunun şurasında sadece beş ay olmuştu başıma bu durum geldiğinde.Yepyeni bir para ama geçmiyor,olaya bak!
Haydarmanhattan ya da Manhattanhaydar,hangisi daha güzel?Bence ilki.Haydarpaşa'ya ikiz kuleler yapılması planlanıyormuş,bence süper bir fikir.Zaten pek iç açıcı bir görüntü sergilemiyor orası,çirkin bir tersanesi var,tren garı da olmasa düşünemiyorum bile.İstanbul gibi bir metropolde böyle çağdaş yapıların olması çok iyi olur.Zaten var ama bence tarihi dokusu bozulmadan gökdelenler sıralanmalı böyle şehirlerde.Umarım Haydarpaşa garının silüetini gölgelemez bu gökdelenler;yoksa sorun olmaz,çok yakışır.
Bir de özgün olmayı başarabilsek...

Cumartesi, Temmuz 02, 2005

Geçenlerde"Shintler'in listesi" adlı fimi izledim ilk defa,sanırım çoğunuz bilir bu filmi.Ben sinema yoksunu bir insan olduğum için,doğal olarak izlememiştim;nitekim bu film şöyle dursun,gündemdeki birçok yeni filmi bile izlemedim.Utanarak söylüyorum,en son iki yıl önce sinemaya gittiğimi hatırlıyorum,gittiğim film neydi onu da hatırlamıyorum.Ama artık zamanıdır,çünkü bir üniversiteli olarak bol sosyal hayatım olacak.
Neyse,bu film beni çok duygulandırdı,gerçekten bir başyapıt.Yakın arkadaşım,grup üyelerinden biri olan namıdeğer "skandal" İlhan bir musevi vatandaşı.Kendisine skandal dememizin sebebi ise çok.İlhan öyle bir insandır ki,hiçbir şeyden çekinmez,çok pişkin bir insandır.Evinize geldiğinde her deliği karıştıran,buzdolabını açan,çekinmeden canı ne istiyorsa söyleyen,tuvalete gittikten sonra banyonun terliğiyle çıkan,evin içine ayakkabılarıyla dalan,ulu orta geğiren,bir yere gidecekken her an sizi satabilen,espri yapmaya çalışıp da bizi bezdiren,oldukça sakar(En son markette ojelerin bulunduğu rafın tümünü yere sermiş,restorantta yemek yedikten sonra nasıl becerdiyse montunu giyerken güzelim porselen tuzluğu kırmış,dershanede oturduğu sıradan çıkarken ayağı takılıp yere yapışmış,bir keresinde de arkadaşımızın üstüne,hem de kasık bölgesine kola dökmüştü vesaire...) ve tam bir süt çocuğu...Evini aradığımızda ebeveyninden biri çıkarsa bize"Ne yapacaksın İlhan'ı ?"diye soracak kadar hemde.Bu arada kendisi 19 yaşında...

Geçenlerde İstanbul'a gitti kendileri.Neco,ben ve kendisi otururken şöyle bir konuşma geçti aramızda:
-İstanbul'da bir kampa gideceğim,iki ay çalışıp 200 dolar alacağım ama iki ay çok fazla gidip gitmemekte kararsızım.
Neco:-Ne kampı bu?
-İlhan:Ya Yahudi çocukların geldiği bir kamp,yaz kampı.
Ben:-Toplama kampı değil değil mi?
Bizi aldı bir gülme.Bunun üzerine İlhan'ın verdiği yanıt şu:
-Ya,ya.Toplama kampı,böyle gaz odaları falan varmış.Yakında beni sabun olarak kullanabilirsiniz,he he..
Oldukça güldük bu lafa.Önemli olan şu ki İlhan alınmıyor böyle şeylere,kendisi dahi katılıyor espriye.Aslında ağlanacak hale gülüyoruz ama...

Şu da bir gerçek;İlhan'ın bunca skandallıklarına rağmen ondan vazgeçemiyoruz,seviyoruz onu.Demek ki sevgi diğer olumsuzlukları silebiliyor,kısmen de olsa.
Ama İlhan'la aynı evde yaşamak mı?Düşünmek bile istemiyorum.
Biz böyle iyiyiz,aman aman..!

Perşembe, Haziran 30, 2005

Bilimin gelişen ülkesi Türkiye

Hürriyet gazetesinde okudum,Türkiye bilim yolunda hızla ilerliyormuşSon dönemlerde bilimsel makale yayımlamada en hızlı artış gösteren ülke sıralamasında ikinci,bilimsel makale yayımlamada da yirmi altıncı sırada yer almış ve en çok tıp alanında yayımlanmış bunlar.Benim gibi bilime,araştırmaya ve teknolojiye önem verenler için çok önemli bir haber bu.Bilim alanında gelişiyor olmamız gerçekten sevindirici.Nitekim ben geleceğimi bu yolda planlıyorum.İnsanlığa hizmet etmek,arkamda bir şeyler bırakmak en büyük idealim.Bu kısa dünyaya yaşayıp ömrümü doldurmak için gelmedim ben.Gereksiz,önemsiz,sıradan bir insan olmak kadar insanın başına gelecek daha kötü bir durum düşünemiyorum kendi şahsım adına.Geçenlerde bir makale daha okudum gazetede ve kesip sakladım.
Erenet Bilgisayar A.Ş.'nin sahibi Serhat Özeren'in başarı hikayesi bu;belki okumuşsunuzdur gazetede. İTÜ'de uçak mühendisliği okurken,bir yandan da bilgisayarla uğraşmaya başlayan Özeren,kendini epey geliştirmiş.Okul bittikten sonra Lever'de ücretsiz olarak çalışmaya başlamış.Amacı bir şeyler öğrenmek,kendini geliştirmekmiş sadece;firmanın elemana ihtiyacı yokmuş.Çalışkanlığını fark etmişler ve işe almışlar.O kadar çok çalışıyorlarmış ki ekip arkadaşlarıyla,bu bazı günler 14-15 saate kadar çıktığı oluyormuş.
Daha sonra kendi şirketini kurmuş,şimdi 15 milyon dolarlık cirosuyla Türkiye'nin ve dünyanın önde gelen bilişim şirketlerinden birinin Patronu. 4 kişi ile işe başlamış ve şimdi 140 kişilik bir şirketler zincirini oluşturmuşlar.
İşte inanmak,çalışmak ve başarmak adına mükemmel bir hikaye.Gerisini düşünmek size kalmış.
Eğer ayrıntısıyla okumak isterseniz,28 Haziran 2005 tarihli Hürriyet gazetesinin Ekonomi linkine tıklayabilirsiniz.

Çarşamba, Haziran 29, 2005

Kendi kendime söylüyordum;şu ÖSS bir geçsin,artık bu kadar kahve içmeyeceğim diye.Baştan aşağı yalan!Evet,biliyorum,hep stresten içiyordum bu kadar kahveyi,üzerimdeki ağır yükü biraz olsun unutup keyif yapmak istiyordum,bana sıkıntılarımı unutturuyordu.İşi o kadar abartmıştım ki bir sabah deneme sınavı varsa,denemeden sonra eve gelip soruları kontrol ederken içeceğim kahveyi ve onun keyfini hayal ediyordum.Bazen sınav esnasında aklıma gelir ve sınavdan çıkıp kahve içmek için eve gitmek ister ama bu arzumu bastırırdım.Bazen de arkadaşlarımla topluca gelir,birlikte keyif yapardık.Gariptir,hala anlamıyorum ama çok zevk alırdım bunu yapmaktan.Sonuçta ÖSS bitti ve ben o tattığım zevki artık yaşamıyorum ama hala çok kahve içiyorum.İçimde bir burukluk var bu yüzden;o zevki yeniden tadamamaktan dolayı.Şimdi yine masamda kahvem var,içiyor,Number One fm'i dinliyor ve yazıyorum.Artık eve kahve beyazlatıcısı aldırmıyorum,çünkü daha fazla içiyorum.İyi ki şu tek içimlik kahveler var.Acaba ben üniversiteye gittiğimde de bu kadar içebilir miyim?Bütün gün okulun içinde koşturacağım kesin;kantin diye bir şey var,eh bir de arkadaşlar olnca kimse tutamaz beni.
Sanırım kahve içmekten hiçbir zaman vazgeçemeyeceğim.

Salı, Haziran 28, 2005

Dünya Mimarlık Kongresi'ne az kaldı.

Dünya Mimarlık Örgütü,kongreyi İstanbul'da topluyor.Eh,bu da benim aklıma hep düşündüğüm ve içimi rahatsız eden konuları gündemime getirdi.Sokağa çıkarken şöyle bir evleri,binaları gözden geçiriyorum.Hatta resmen kendime ev bakıyorum,halbuki daha çok yolum var;ama ne yapayım kendimi alamıyorum.Çarpık bir yapı gördüğüm zaman canım sıkılmıyor değil,istiyorum ki şehir düzgün bir mimari yapıya sahip olsun.
Antakya zaten bu konuda ikiye ayrılıyor.Eski Antakya düzgün bir yapıya sahip,o zamanın şartlarına bakılacak olursa gerçekten şu zamandaki yapılaşmaya taş çıkarır derecede .Eski yapılar sadece bir arabanın sığabileceği sokakların kenarlarına dizilmiş,gerçekten insanı büyülüyor.Nitekim,bir ara ATV'de "Eylül" adlı diziyi izleyenler bu estetik yapılaşmaya şahit olmuşlardır.Oradan çıkp kuzeye yöneldiğinizde yeni Antakya ile karşılaşıyorsunuz.Eski ile yeniyi Asi Nehri birbirinden ayırıyor.Yeni yapılara baktığınızda görünen en belirgin şeyler çok katlı,bazıları baştan aşağı camla kaplanmış binalar.Buraya kadar her şey gayet güzel ancak şehir merkezinden çıktığınızda karşılaştığınız manzara içler acısı.Antakya'nın sadece %40'ında düzgün yapılaşma var,malesef gerisi çarpık yapılarla,düzensiz ve bakımsız sokaklarla dolu.Bazı mahallelere gittiğinizde kendinizi köyde sanırsınız,bu derece vahim.Düzeltilmesi için gerekli parayı düşünemiyorum.Şehirde gezerken içimden sürekli ne yapılması gerektiğini tartışıyorum.Şu evler boyanmalı,şuralar asfaltlanmalı,şu binalar yıkılıp yenisi dikilmeli falan filan...
Var mı bir başka şehir acaba Antakya gibi..?

Pazartesi, Haziran 27, 2005

Höööööönk..!

Bugün Sabah gazetesi yeni ÖSS sistemi için örnek bir deneme sınavı vermiş,inceledim ama incelemez olaydım.Resmen ağzım açık kaldı,ne o sorular öyle?Toplam 240 soru ve iki bölümden oluşuyor,içinde integralden tutunda limite kadar sorular var.Amanın dedim bu sene ÖSS'ye girecekler yandı.Hele de liseden mezun olmuş adaylar varsa...Aslında ben böyle olmasını istiyordum ama tabi ki ben sınava girecekken değil:)Bence bu sistem belli bir tarih verildikten sonra uygulanmalıydı,mesela 2008 ÖSS'de tüm lise müfredatı sınav kapsamına alınacak denseydi de öğrenciler ona göre bir hazırlık yapsalardı.Böyle damdan düşer gibi olmamalıydı.Neyse ki ben sıyırdım,yoksa bu sene yılın en inek öğrencisi kategorisinde birinciliği kimseye kaptırmazdım.Geri kalanlara sabır ve şans diliyorum,işiniz zor.
Bu arada şunu da söylemeden geçmeyeceğim.Fen bilimleri kısmında bir soru şöyle diyor:.......hızı
ile hareket ederken (buraya dikkat) rölativistik kinetik enerjisi kaçtır?Tepkim aynen şöyleydi:Höööööööönnnkk..!
Bu ne ya?
Birazdan Mert ile buluşacağım,bunları bir kenara bırakmak en iyisi,boşveeer,bizden geçti nasıl olsa.

Pazar, Haziran 26, 2005

otelsiz sahil kalmasın!

Bugün birtakım ekonomi ve finans gazetelerini gözden geçirdim,neler olmuş bu bizim sahillere haberim yok.Bacasız sanayimiz günden güne gelişiyor,bu çok iyi bir haber.Bir habere göre 3 yıl öncesine bakıldığında bomboş olan Antalya'nın Lara sahili şimdilerde birbiri ardına dikilen otellerle göz kamaştırıyor.Üstelik seneye tam 18 otel birden hizmete girecekmiş.Bu durum,ülkemizin turizm potansiyelinin ne kadar hızlı arttığının en bariz göstergesi.Otellerin mimari yapısı ayrı bir konu,değişik stillerde göz kamaştıran yapılar oldukça fazla,mesela uçak biçimli,saray biçimli,kelebek biçimli vesaire...Ben diyorum ki bu gidişle oteli ya da tatil köyü olmayan sahil kalmayacak,bütün sahil şeridi boyunca oteller dizi dizi olacak.Müthiş bir şey bu;1yıl içinde uğrayacak turist sayısını düşünün.Zaten bu hızla biz bunu da gerçekleştiririz,bakın görün.Üstelik işsizlere istihdam yaratacak,yurt içinde bırakılacak milyarlarca dolar da cabası.
Oteller şu yana dursun,bir de toplu konut çılgınlığı yaşanıyor.Yapılan toplu konut sayısı günden güne hızla artıyormuş.Üstelik Mortgage denilen toplu konut kredisi uygulamasına geçilirse durum daha da hızlanacakmış,ne iyi.Bu sayede daha düzenli bir kent görünümüne,estetik bir yapıya kavuşabilir şehirlerimiz.AH,hayalimdeki yaşama kavuşabilecek miyim acaba?Ben bunları okudukça daha bir çalışasım geliyor.Çalış,kazan ve tatil yap!Şimdi İngilizcemi geliştirmemin ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlıyorum.
Çalışalım,kazanalım,oley..!

Çarşamba, Haziran 22, 2005

Boşta kaldım!

Öyle yoğun bir tempodan çıktım ki şimdi kendimi huzursuz hissediyorum.Sabah kalktığımda yapmam gereken belli bir işimin olmaması beni oldukça rahatsız ediyor.O kadar alışmışım ki boş durmamaya,utanmasam oturup ders çalışacağım,hem de ÖSS konularına.Ne yapayım ya bilmiyorum ki.Amaçsız olmak,boş boş oturmak bana göre değil;çünkü elimde olsa uyku bile uyumayacağım vakit kaybı diye.Elbette insan dinlenmeli ama bu kadar değil,ben bütün gün dinleniyorum.Ne yapacağımı bilsem,oturup düşünür,ona göre karar verirdim.Şu anda durumum belirsiz,ne okuyacağım,nerede okuyacağım bilmiyorum.Öf,boş oturmak çok sıkıcı!Dün bütün gün arkadaşlarımlaydım,yine öyle geçecek bütün yaz.Sonra tatil gelecek,hadi ona tamam,hem de büyük bir zevkle ama fazla değil,en fazla on gün.Amaçsız olmak çok kötü,şu anda ÖSS'yi kazanmadığım belli olsaydı,birkaç gün sonra ders çalışmaya başlardım.Neyse,dur bakalım bir şeyler düşünürüz.Of..!

Salı, Haziran 21, 2005

sonuç hüsran:(

ÖSS bitti ve bizler hayatımızın en kötü sınavını verdik sanırım.Ben büyük bir hayal kırıklığı yaşadım,rezil oldum.Belki de bunları hak ettim,bilmiyorum.Sınavdan çıktığımda içimden şu şarkıyı söylüyordum:"Ah!Yanmışım ben,sönmüşüm ben..."Sadece ben değil Mert,Neco,İlhan,Ahmet ve Murat.Onların durumu benden farksız değil.Onlar ki benim en iyi arkadaşlarım,dostlarım.Arkadaşlarım benden daha güçlüydüler,beni teselli etmek için epey bir uğraştılar.Onlar olmasaydı ne yapardım bilmiyorum;çünkü onlarla konuştukça rahatlıyordum.Bir şeyi çok iyi biliyorum:Ben yalnız değilim,zor bulunacak dostlarım var ve onlarla çok mutluyum.Her şey ÖSS değil,para değil;inanın bu dünyada güvenebileceğiniz,sığınabileceğiniz dostlarınız varsa hiç değil.
Evet,belki ÖSS olmadı ama hayat bundan ve öteki fani şeylerden ibaret değil;hiçbir şey onların yerini tutamaz.İyi ki varsınız...
Sanırım bu sene hepimiz bir yerlere dağılacağız,ben Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü'nde karar kıldım ama belli olmaz dur bakalım ne olacak...

Çarşamba, Haziran 15, 2005

Hep mutluluk...

Yaklaşık bir saat önce dershanemizin veda partisindeydim.Bol bol dans ettik,eğlendik.Bütün bir yılın yorgunluğunu atmak için oradaydık hepimiz.Her şey güzeldi,hem de çok!Partinin sonlarına doğru bazı arkadaşlarımız gitmeye koyulurken,garip duygular içindeydim.Arkadaşlarımız bize sınavda başarılar diliyordu.Burada bütün gece eğlenmiştik;ama asıl mutluluğumuz sınavı kazanırsak gelecekti.Üzüldüm,hem de çok.Çünkü ne kadar istesek de olmuyor,hepimiz kazanamıyoruz ya da istediğimiz hedefe ulaşamıyoruz.Burada eğlenirken,çok değil,sadece birkaç gün sonra kimilerimizi gözleri yaşlı göreceğiz.Ne garip bir durum,bir tezat.Olacak iş mi şimdi bu?Çok duygulandım,ağlayabilirdim hatta.Ben eskiden hiç ağlayamazdım;ama şimdi tam tersi.Erkekler ağlamaz mı?Git işine,hem de öyle bir ağlarki!

Cumartesi, Haziran 11, 2005

ÖSS ve Biz

ÖSS'ye günler kaldı,bizler bir yandan gelmesini istemiyoruz,diğer yandan bitmesini ve kurtulmamızı istiyoruz.Bunun yarattığı stres yeter,bitmesini istemek için.Kimileri de sınavın çalınmasını ve bu sayede iptal edilmesini istiyorlar.Ben de şöyle sesleniyorum onlara:"Şimdiye kadar aklınız neredeydi?"
Geleceğimiz sadece üç saate bağlı!Dershanedeki denemelerde ne kadar başarılı olursak olalım,her şey sınav günü bitecek.O yüzden kendimi en büyük ve son deneme sınavıma hazırlıyorum.Artık dershanedeki sınavlarıma,aldığım puanlarıma bu saatten sonra dikkat etmeyeceğim.Aman sıralamada düşmeyeyim,aman bu sınavda şu neti yapayım,diye çırpınıp durmayacağım.Şurada sadece üç sınavım var,onları da ÖSS'de uygulayacağım stratejiyi belirlemekle geçireceğim ve kendimi tamamıyla büyük güne odaklandıracağım.Umarım her şey benim ve arkadaşlarım için güzel olur.

Perşembe, Haziran 09, 2005

Doğum Günüm

Dün yeni yaşıma girdim,her şey çok güzeldi.Saat 12'ye doğru mesajlar gelmeye başladı arkadaşlarımdan.En güzeli de Gülden'den gelen mesajdı:Seni sevenler ancak bu sayede ne kadar değerli olduğunu anlayabildi;bugüne kadar kim bilir kaç kişinin hayatı küçük bir gülüşünle birdenbire değişti;gittiğin her yer varlığınla biraz daha fazla anlam kazandı...İYİ Kİ DOĞDUN;YOKSA DÜNYA KOCCAMAAAN BİR PARÇA EKSİK KALIRDI!MUTLU,UMUTLU,SAĞLIKLI YILLAR.
Canım arkadaşım bana bu mesajı yeni günü 5 saniye geçe göndermişti.O kadar duygulandım ki!
Sabah olduğunda mesajlar ve kutlamalar devam etti benim canım arkadaşlarımdan.Çiğdem,7 yıllık arkadaşım,benim için akşamki Leman Sam konserine bilet ayarlamıştı;ama ben Neco'ya söz vermiştim,onlarla olacaktım akşam.Neco'nun evi tam amfi tiyatronun karşısında;yani tam olarak sahne görünüyor.Evleri iki katlı ve biz terasta izleyecektik.
Öğleden sonra İlhan bize geldi,O da bizim gruptan.O başlıbaşına bir olay zaten,İlhan'ı anlatmakla bitiremezsiniz.Biz aramızda "skandal" deriz kendisine,bir ara anlatmalıyım.
İlhan ile beraber çıktık yola,akşam başlıyordu.Sahne buradan müthiş görünüyordu ve Leman Sam sahnedeydi!"İlla" adlı şarkıyla başladı,müthişti!Evde sadece biz değil,başka misafirler de vardı,onlar üst katta,biz alt katta izliyorduk.Her şey çok iyi gidiyordu,sıra benim doğum günü partime gelmişti.Mumları üfledim,pastamızı yedik,fotoğraflar çekindik.Üf,anlatamıyorum bu müthiş geceyi,kelimelere sığmıyor!Dışarıda muazzam bir kalabalık ve Leman Sam;ben ise arkadaşlarımla,doğum günü partimdeyim,sevdiklerimle,dostlarımla.Müthiş bir geceydi,başka yapabileceğim bir şey yok,tıkandım işte burada.
Bir şeyi çok iyi biliyorum,ben mutluyum ve yalnız değilim.Çok seviliyorum ve çok seviyorum.İyi ki varsınız sizleri çoooooooook seviyorum!

Cumartesi, Mayıs 21, 2005

Bugün Cumartesi

Garip duygular içindeyim bugün.Mert;en yakın arkadaşlarımdan biri,bugün İskenderun'a gitti.Şu sıralar onunla ders çalışıyoruz,ÖSS için.Birçok arkadaşım var,çok yakın olan;ama Mert şu günlerimde en ön sırada benim için.Mert efendi ben olmasam hiç ders çalışmayacak biri.Benim zorumla ve sıkıla sıkıla ders çalışıyor benimle.Sürekli uyarıyorum kendisini,az kaldı ve çok eksiği var.Geçenki denemede 256 puan aldı,bu biraz kendini sevindirdi,beni de rahatlattı;ama pek işe yarayacağını söyleyemem kendisi için.Böyle arada bir iyi yaptığı oluyor ama sınavda işe yaramaz,çünkü genel durumu pek iç açıcı değil.Mert'i seviyorum,hem de çok!Kazanamayacak,bunu da biliyorum,bu durum benim canımı sıkıyor,ayrılacağım kendisinden.Ve bu gidişle bir baltaya sap olamayacağını biliyorum,ne iyi bir üniversite,ne de iyi bir yaşam,bizim hayal ettiğimiz gibi bir yaşam!Herhalde sıradan bir öğretmenlik,ya da muadili.Küçük ve sıradan dünyalardan nefret ediyorum!Ve ben asla böyle olmamak için azimle ilerleyeceğim!Ve ne olursa olsun yılmayacağım!Peki ya Mert?Ondan hiç umudum yok ama asla onu yalnız bırakmayacağım.Şimdi destek olduğum gibi,o zaman da bütün gayretimle Mert'ime,arkadaşıma,kardeşime destek olacağım.Bana Murat'ım der,çok hoşuma gider.Sadece O değil,diğer yakın arkadaşlarım da böyle der,onların sevgisine hep layık olurum umarım.

Pazartesi, Mayıs 16, 2005

wellcome

Bu bir hoşgeldin yazısı.Günlüğüme,kendime merhaba diyorum.Umarım anlatım bozukluğu ya da yazım yanlışı yapmam bu süreç içerisinde.ÖSS'ye hazırlanan bir öğrenci olarak bu konuya takmış durumdayım.Gundelik hayatıma empoze ettirdi kendisini,birisi hata yapsa hemen atlıyorum ,hiç çekinmeden.Kim olursa olsun,mesela geçenlerde Türkçe öğretmenime dahi söyledim,ama kapak olan ben oldum;çünkü söylediği sözü yanlış anlayıp hemen "hocam,anlatım bozukluğu yaptınız!"dedim ve olan bana oldu.Bir Türkçe öğretmenini bu konuda uyarmak büyük zevkti ama yarıda kaldı,yine galp gelen kenisi oldu.Ne yapalım bir dahaki sefere...Tetikteyim,bekliyorum hocam haberin olsun.