Perşembe, Ocak 26, 2006

bir erkeğin kafa anatomisi

insan kafasının doğası nasıldır bilir misiniz?

bir kafanın en tepesinde saçlar yer alır. bu kısımda bol ve gür ormanlar kafanın yaklaşık yarısını kaplar. ormanda tek tip ağaçlar yetişir, zaman içerisinde beyaz renkli ağaçlar oluşmaya başlar ve bunlar gün gelir orman örtüsünün tamamını oluşturur. bazı kafalarda bu ormanların çoğu tahribat nedeniyle yok olur ve yerini çöllere bırakır, kimi kafalar ise bilinçli olarak bu tahribatı gerçekleştirirler.
saçların bittiği yerde alın başlar, burası da hiçbir şeyin yetişmediği yüksek bir platoyu oluşturur. bu platonun daha da aşağısında yani göz çukurlarında iki tane vaha vardır. bu vahalarda birer tane göl ve gölün kuzey-güney tarafında sırayla dizilmiş ağaçlar bulunur. gerçekten bir kafa harikasıdır buralar.
bu iki vahanın hemen güneyinde verimsiz bozkırlar uzanır, bu bozkırlar güneye indikçe yerini verimli, ekili alanlara bırakır.
bozkır toprakları ayıran yüksek bir dağ sırası vardır, o dağ sırasının adı "burun dağları" dır. yine verimsiz olmakla beraber bu dağ sıraları kafanın en yüksek kısmını oluşturur. bu dağların içinde uzun mağaralar bulunur, mağaraların içi uzun sarkıt dikitlerden oluşmuştur. içeride hava oldukça nemli ve sıcaktır, basınç farkından dolayı da rüzgarlıdır.
mağaraların girişinin önünde ekili alanlar mevcuttur ve bu alanlar boynun aşağılarına kadar uzanır. bu topraklar o kadar verimlidir ki biçildikçe daha da gürleşir.
bu ekili alanların arasında ağız denen büyük bir çukur vardır ki içerisi doğal bir kaplıcadır. hava oldukça sıcak, nemli ve rüzgarlıdır. çukurun zemininden kaynayan sular şifalıdır, mikrop öldürücü özelliği vardır. daha derinlere gitmek elverişli değildir, hem karanlık, hem de havasızdır.
kafanın daha içlerine gidebilen iki delik daha vardır, bunlara kulak denir. oldukça değişik bir doğal yapısı vardır kulakların ama bu kısımlar pek de verimli değildir; bitki örtüsünü bozkırlar oluşturur.

kafanın içlerine uzanan ve bu iç kısımların keşfini sağlayan deliklerin bugün, içeride birbiriyle bağlantılı olduğu ve buraların görülmesi gereken doğal harikalar olduğu kaşifler tarafından bildirilmektedir.

Pazar, Ocak 22, 2006

Amik Gölü: yokoluşun ve dirilişin hikayesi

Akdeniz'in doğu şeridinde kıyıya paralel uzanan dağlar vardır, Amanos Dağları denir onlara, eski adıyla da Gavur Dağları. bu dağlar Akdeniz' in güzelliğini saklar doğusundaki uçsuz bucaksız düzlüklerden. daha da doğuya gittikçe nem azalıp biter, yerini yakıcı bir sıcaklığa ve verimsiz topraklara bırakır. Amanoslar nispet yaparcasına yemyeşil ve gür ormanlarla kaplıdır, çorak topraklarsa kızgındır ve hiddet doludur, Akdeniz' in nemini ve güzelliğini onlardan mahrum ettiği için.
hemen Amanoslar' a bakan düzlüklerde bir ova hakimdir o diyarlarda, verimi ve olanca genişliğiyle gelen bol ikramıyla insanlara. ortasında da bir göl bulunur, adı Amik' tir. amik, "derin" anlamındadır ama aslında derin bir göl değildir Amik Gölü.

Bakırtaş ve Tunç Çağı' ndan beri insanlar bu düzlüklerde şehirler kurmuş ve uçsuz bucaksız toprakların ikramından nasibini almışlardır. ne onlar toprağa ihanet etmiştir, ne de toprak onlara. doğa ikramını cömertçe sunmuştur bugüne kadar insanlara.
ama gün gelmiş, doymak bilmeyen insanoğlu, doğaya ihanet etmiş, artık ovanın ikramını yeterli bulmamış, "daha...daha..." diye diretmişler. o yıllarda yayılan sıtma hastalığını da bahane ederek kurutmuşlar ovanın ortasındaki gölü. böylece daha çok istifade edebileceklermiş topraktan. ama yanlış hesap Bağdat'tan dönmemiş, ihanet affedilmemiş. bitmek bilmeyen yağmuruyla geri almış alacağını doğa ana, hem de fazlasıyla.

Amik Gölü'nü insanoğlu yok edemedi, edemeyecek de. her yıl yörenin yoğun yağmurundan nasibini alıyor ve Amik Gölü yeniden doğuyor bu düzlüklerde. yağmura doyan toprak gerisin geri gönderiyor suyu; baktığınızda Amanoslar' dan, görebiliyorsunuz manzarayı, ovanın suya batmış halini. yaza doğru geri çekilmeye başlıyor sular, böylece ekim başlıyor topraklarda. ama doğa, ihanetini unutmuyor insanın. zaman zaman meydana gelen sellerle ve afetlerle ekinleri su basıyor, dolu vuruyor ve ziyan oluyor emek.

suçlu...biz.
nankörlük eden insanoğlu.

Çarşamba, Ocak 18, 2006

şehir ışıkları

yürüyorum kaldırımlarda.
insanlar görüyorum yüzleri gülen, insanlar görüyorum yüzleri asık.
koşuşturuyorlar oradan oraya. kimisi de ağır ağır yürüyor, aklından geçenleri süzercesine.
erkekler kol kola girmiş kahkahalar atarak dolaşıyorlar. kızların çoğu bu sıcaklıktan yoksun; kimisi tek başına, kimisi de yanında bir iki arkadaşıyla.
kimbilir ne duygular saklıyorlar kalplerinde. belki cesaretle haykırıyorlar, belki bastırmaya çalışıyor, hatta utanıyorlar.
belki her ikisini de anlatıyor yüzlerindeki ifade.

karanlık bastırıyor kaldırımlara, şehir ışıkları yanıyor.
sanki daha bir güzelleşiyor etraf. çirkinlikleri kapatıyor karanlık, ondan bu çümbüş.
ışıklar bir bir sergiliyor güzellikleri.
Estergon kalesi harika görünüyor Subayevler'den.
Rumeli Hisarı meydan okuyor sanki dünyaya. benden izinsiz geçemezsiniz diyor Boğaziçi'ni.

bizlerse onlar kadar heybetli duramıyoruz şehir ışıkları yüzümöüzü okşadığında. her çarpan ışıkta sakladığımız duygularımızı açığa vuruyoruz.
gündüz sahte yüzlerimizi sergiliyoruz dünyaya. ama şehir ışıkları yandığında çıkartıyoruz maskelerimizi, kendimizi sergiliyoruz insanlara.
gece başkayız gündüz başka.
bizler aslında gece bizleriz hayatta. bizim en iyi dostumuz aslında gece. her türlü duygumuzu paylaştığımız tek sırdaşımız. etraf sükunet bulduğunda kendimizle başbaşa kaldığımız. düşüncelerimizi tartıp, eğri doğru hesabı yaptığımız. duygularımızı canlandırıp yüzümüze yansıttığımız.
günahlarımızı, sevaplarımızı, aşklarımızı, ayrılıklarımızı, mutluluklarımızı, üzüntülerimizi, utanç duyduklarımızı, gurur duyduklarımızı, doğrularımızı, yanlışlarımızı...
gece hepsini ortaya çıkarıyor bir bir, çekinmeden salıveriyoruz, karşı koymuyoruz ona.
çünkü o bizim en iyi dostumuz, soru sormadan dinleyip hepsini saklayabilecek tek sırdaşımız.

şehir ışıkları ise... tek düşmanımız.

Çarşamba, Ocak 11, 2006

mâzi

soğuk odadan getirdiğim kalem yazmıyor, mürekkebi donmuş. ısıtmak için içini açıyorum, tekrar yazmaya başlıyor. ancak bir sorun var, bu sefer de kalem çalışmıyor. bu yay nereye konmuştu diye tak çıkar, tak çıkar. sonunda eskisi gibi olmasa da çalışıyor kalem. geride takmayı unuttuğum aksesuarı kalıyor ama açmaya korkuyorum tekrar; zaten zorla halloldu, ya tekrar yapamazsam?
halbuki anlatacağım şey sadece eski bir bayram günü.
bak, gördün mü, işte yine tutukluk yapıyor kalem, kesik kesik yazıyor.
ah bu soğuklar, hep sizin suçunuz.

kapanmışız bir odaya, soba yanıyor. yanındaki sandalyeye oturmak için fırsat kolluyoruz. en büyük keyfimiz bizim, sobanın yanında oturup televizyon seyretmek.
birileri sürekli oflayıp pufluyor. evde oturmaya hiç alışmamış, aklı fikri dışarıda. ama bugün bayram günü, her yer kapalı ve dışarıda kar yağıyor.
oradan kalkıyor, buraya oturuyor. elinde kumanda, uydudan seyahat kanallarını izliyor, tabi ki de içi gidiyor. zaten niçin çalışıp para kazanıyor ki, gezmek için... ama eli mahkum, yazı bekliyor.
birileri oturmuş kapıyı gözlüyor, birileri yağan karı izliyor.
kimisi kalkmaktan aciz, kimisi de oturmaktan...
bense kalkmaktan aciz olanlardan.
oturmuşum köşeye, elimde kitabım, okuyorum. dışarıdaki sessizliğin ve bedenimdeki tembelliğin keyfini çıkarıyorum. birileri sofrayı kuruyor, kalkıp yiyiyorum; çay pişiriyor, elime veriyor, içiyorum.
anı yaşıyorum, keyfini çıkarıyorum.
nasıl olsa ya misafir gelecek ya da biz gideceğiz. her şey otomatik işliyor. birileri karar veriyor, bana da uygulamak kalıyor.
galiba halinden memnun tek kişi benim.

bak işte, yine tutukluk yapıyor kalem, kesik kesik yazıyor.
halbuki anlattığım şey sadece eski bir bayram günüydü.

Cuma, Ocak 06, 2006

evim güzel evim

acaba kaç kişi organik bir madde olan PVC (polivinilklorür) 'nin radyasyon yaydığını biliyor?
ya da laminant parkenin de aynı suçu işlediğini, hatta bazı avrupa ülkelerinde kullanımının yasak olduğunu...
eve giriyoruz, yerler laminant parke, pencereler PVC doğrama. bir yanda buzdolabı, bir yanda televizyon, şu, bu... her yandan radyasyon yayılıyor. eve huzur, sağlık bulmaya girelim derken farkında olmadan sağlığımızdan oluyoruz. sonra da kaybettiğimiz sağlığımız için binler para döküyoruz.

son söze gerek var mı?

Pazartesi, Ocak 02, 2006

sağlık, mutluluk, huzur...

bu, yeni yılın ilk yazısı. konusu malum. ama başlamayacağım şimdi ben de " yeni yılın sağlık, mutluluk, huzur... getirmesi dileğiyle" diye. biraz farklı şeyler söyleyelim artık. gerçi sağlıklı bir yıl dilemeden de edemeyeceğim; çünkü yeni yıla hasta yatağında giren ben, bunu es geçemem doğal olarak. çok kötü bir durum, millet eğlenirken sen seyret. yılbaşı mönüsündeyse çok kıymetli(?) ilaçlar. aman Allah'ım! şimdi çok iyi anlıyorum yatalak hastaların halini, dört gün boyunca evden çıkmayıp yatan ben beşinci günü her ihtimali göze alıp sokağa attım kendimi, peki ya onlar?

yeni yıla nasıl girersen öyle devam eder diye bir teori vardır ya herkesin bildiği, e şimdi ben bu yılı hastalıklarla mı geçireceğim diye hiç tasalanmadım. bir sürü insan yeni yıla sevinçle giriyor ama kaçı bütün yılı sevinçle geçiriyor mantığıyla hareket ederek bu sonuca ulaştım. zaten bu sorunun cevabı da "hiçbiri" olacağı için epey bir rahatlamış durumdayım.

eski yıla baktığımda epey bir felaket yaşandığını hatırlıyorum, dolayısıyla bu yıl felaketsiz bir yıl diliyorum insanlığa.
mutlu seneler.