Perşembe, Şubat 23, 2006

dursun zaman

hayat sadece bizim tarafımızdan bakıldığı gibi midir? biz nasıl istiyorsak öyle mi olmalıdır?
hayata nasıl bakarsam o kadar güzel olur ya da o kadar çirkin olur, öyle mi? peki ya benim baktığım şekilde değilse hayat?
kalabalık bir yerde dur ve bak etrafına, insanlara. hangisi hangi dertte bilebilir misin? benim baktığım pencerede ben sadece bunları görüyorum, ya dahası?
ben kendi derdimle yanıyorum, kendi derdimi düşünüyorum. peki ya sen hangi derttesin, hangi sıkıntıyla kavruluyorsun acaba? benimki mi daha yürek yakıcı, yoksa seninki mi?
kim ve ne olursa olsun, ben sadece kendim için varım, işte dünya malesef böyle bir yer. herkes hayata kendi penceresinden bakıyor ve kimse bir başkasının ne ve nasıl olduğunu bilmiyor.
birisi aşkıyla kavruluyor, ötekisi borçlarıyla. berikisi doğan çocuğuyla seviniyor. bir başkası da çocuğunun sıkıntısıyla düşünüyor.

zaman dursa ve ben bunların hepsini öğrenebilsem, aslında ne kadar sıkıntısız olduğumu anlayabileceğim ötekilerin yanında. meğer benimki devenin yanında pireymiş.
öyleyse dursun artık zaman ve ben bütün olanları anlayayım diyorsan durdur zamanı. durdurabilir misin? hayır.
öyleyse yapman gereken kendi yağında kavrulmak. bu benim dünyam, ben istemesem de böyle olmuşsa yapacak bir şey var mı? yok ya da var, ne olursa olsun sen sensin. dünyan da senin dünyan.
şimdi bırak başkasını, sen en iyisi için çalışmaya başla. zamanın durmasını beklersen bırak yerinde saymayı, geriye dönersin, dipsiz bir kuyuya benzeyen geriye.
bırak, aldırma insanların bencilliğine. sen eğer gerçekten güzel düşünüyorsan, bir gün mutlaka senin gibi düşünen biriyle karşılaşırsın.hayatın yağında kavrulmaya bak ve hiçbir şeye aldırma. yapabileceğin kadar varsın, daha fazlası için uğraşma. sen sana düşeni yap ve çekil sahneden. yoksa kaybeden sen olursun.

Pazar, Şubat 19, 2006

ah biz erkekler!

sabahın yedisinde yola düşüp üniversiteye giden bir arkadaşımı adamın biri motosikletiyle rahatsız etmiş. dönüp dolaşıp üstüne sürüyor ve laf atıyormuş malum. epey bir peşini bırakmamış üstelik. akşam eve dönerken bana uğradı, olanları anlattı, ne de olsa eski bir dostuydum. moralinin çok bozulduğunu, korktuğunu; içini bana döktüğünü ve rahatladığını söyledi. bir erkeğin yaptığını gelip yine bir erkekle paylaşıyor ve rahatlıyordu. arkadaşımın bana güvenmesi beni mutlu etti ama o anlatırken benim içim sıkılıyordu. sonuçta ben de bir erkeğim, hemcinsimin yaptığı bir şey beni bir kızın önünde çok utandırdı.

"ah biz erkekler!" dedim içimden...

polemik

saçlarını uzatıp ve kulağını deldirip küpe takan bir erkek arkadaşa " ileride kırışıklıkların için krem kullanır mısın ya da botox yaptırır mısın? " diye sordum. bana yaptırmayacağını söyledi. sebebi doğal olmak istemesi değilmiş, sadece buna vicdanı izin vermiyormuş. bekli ileriki yaşlarda bulunduğu ruh hali buna izin verebilirmiş ama şimdi değil.
ben de bunun saçını uzatıp küpe takmaktan daha kolay bir şey olduğunu düşündüğümü söyledim. sonuçta makyaj yapmıyorsun, kırışıklığın bir cilt sorunu olduğunu düşünüp krem kullanıyorsun, sivilce kremi kullanmak gibi aynen. ama nedense hem benim, hem de onun vicdanı buna izin vermiyor. hala bunu aşamamışız, bu anlaşılıyor. aslında ben uzun saç bırakmayı bile aşamamışım ya...

sonuçta yıllar önce erkekler uzun saç bırakamıyordu rahatça, ama şimdi bunu aşan insanlar var. kimbilir, belki kırklı yaşlarımıza geldiğimizde biz de şu kırışıklık kremi kullanma meselesini aşarız.

Salı, Şubat 14, 2006

ezan, çan, hazzan

bundan yaklaşık iki yıl kadar önce bir davetiye geldi, dinler arası barışı desteklemek amacıyla üç büyük dinin ibadethanelerine bir ziyaret yapılacakmış. bu davetiye ben ve benim gibi meraklı bir kız arkadaşım için güzel bir haberdi. hoş, aslında biz bu işi çoktan halletmiştik ama gidemediğimiz bir yer kalmıştı: havra. bu sayede onu da görecektik.

güzel ve sıcak bir sabahta yola koyulduk, toplanılacak yer Antakya Ortodoks Kilisesi' nin geniş ve harika avlusuydu. vardığımızda burayı çoktan gezmeye başlamışlardı bile, hemen topluluğa katıldık, yaklaşık otuz kişiydik. grubu incecik ve uzun boylu bir rahibe yönetiyordu, ismi Barbara'ydı. bize Fransız bir turisti tanıttı, aslında turist demek biraz abes kaçar. bu yaşlı ama taş gibi delikanlı Fransız, meğer barış için bir yıldır Kudüs' e doğru yürüyormuş. ben ve arkadaşım hemen yanında bitip gezi boyunca sohbet ettik, çok tatlı bir "amca" ydı.
ortodoks kilisesinden çıkıp Antakya' nın eski ve dar sokaklarından geçerek Türk Katolik Kilisesi' ne geldik. yine burada gezimizin onur konuğu Fransız, kilise efradına takdim edildi. ben ve arkadaşım burayı da önceden gezdiğimiz için bütün ilgimizi Fransız amcamıza yönelttik.
sırada havra vardı, ben ve arkadaşım heyecanla içeri girdik, bizi biraz soğuk şekilde karşıladılar. o günlerde İstanbul' daki bir iki havraya saldırı gerçekleştirildiği günlerden sonraydı, ben bu duruma bağladım mevcut soğukluğu. havrayı incelerken içerideki bir odada kapı girişini gösteren güvenlik kamerasının görüntülerini fark ettim. havra çok ilginçti, manasını bilmediğim bir sürü eşya vardı içinde. bize biraz anlattı cemaatın imamı olan yaşlı bir adam. duvarın ortasında bir kilim vardı, onun arkasında tevrat varmış, her zaman çıkmazmış oradan, ayin zamanı çıkarılırmış. içimdeki merak duygusu iyice kabardı, aniden fırlayıp kilimi çekmek ve arkasındakini görmek geldi içimden. sonucu ağır bir tepki ve kovulmak olurdu tabii.
bizim Fransız bacak bacak üstüne atmıştı, hem de cemaat imamının karşısında. aniden yandan bir adam fırlayıp bacağına vurdu, ayağını indirmesi için işaret etti. tatlı Fransız amcamız neye uğradığını şaşırdı! bu olayın üstüne bir sessizlik ve yüzlerde hayret oluştu. uzun saçlı Rahibe Barbara hemen gülücükler atarak bir şeyler söylemeye başladı da rahatladık.
gergin havra gezisinden sonra, ben ve arkadaşım burayı görmenin sevinciyle orada olanların dedikodusunu yapmaya başladık. sırada Antakya' nın en önemli camisi vardı: Habib Neccar Camii. burası bir Osmanlı camisi, çok geniş bir taş avlusu var, avlunun etrafı da eski medrese binalarıyla çevrili. ayrıca iki de türbe var. birisi Hz. İsa'nın havarilerinden Yahya ve Yunus'un ( Yuhanna ve Pavlos) , diğeri de bu havarilere inanmış tek Antakyalı olan Habib Neccar' ın türbesi. burası son durağımızdı, gitmeden bizim Fransız'a sordum, o günlerde Fransız Cumhurbaşkanı Chirac Türkiye' deydi, haberi var mıydı acaba? bana verdiği cevap hoştu: " yaa, elbette biliyorum, hem de Bush' la birlikte!"

ben ve arkadaşım için güzel ve bol dedikodulu bir gezi olmuştu. tatlı Fransız amcamıza veda ettik ve bir de gezi sırasında tanıştığımız genç arkadaşlara. nedense protestan kilisesine gitmedik.
dinler arası çatışmaların yaşandığı şu günlerde umarım bu güzel gezimiz ve UNESCO dünya barış kenti seçilen Antakya' mız tüm dünyaya örnek teşkil eder.

Çarşamba, Şubat 08, 2006

belediyecilik üzerine

olmak istemesem de, kendimi bir belediye başkanı gibi hayal etmişimdir hep. öyle bir başkan ki, şehri baştan başa yenileyebilecek mali güce sahip.
önce şehir merkezinden başlardım icraata. evvela estetiği bozan çirkinlikleri bir bir ortadan kaldırırdım. bütün binaları boyatır, kaldırımları düzeltirdim, öyle ki bastığımızda içinden su fışkıran ve üstümüzü batıran oynak taşlardan eser kalmazdı. bütün bunlar bittikten sonra esas kısma gelirdi sıra. merkezden dışa doğru bütün çarpık yapıları ortadan kaldırtır, yerine yeni binalar diktirtirdim, gerekmiyorsa da çirkinlik yaratmayacak şekilde bıraktırırdım. yeşilliğe çok önem verirdim ve halkın isteklerini asla gözardı etmezdim.

bir keresinde Gaziantep'e gitmiştim. Adana yolu istikametine doğru gidiyorken sağımdaki ve solumdaki yapılaşmaları inceledim. sağda yeni yapılaşmalar gözleniyordu, solda ise yapılaşması belli ki çoktan bitmiş, itici bir manzara uzanıyordu. uzaktan neredeyse birbirinin içine girecek, çirkin apartmanlar ve bozuk evler görülüyordu.
düşündüm; şöyle yapardım, böyle yapardım diye hayal ederken böyle bir mahalle aklıma hiç gelmemişti, peki bu mahalleyi nasıl düzeltecektim? tasarladığım gibi olması için bütün hepsini yıktırmam gerekiyordu. koskoca mahalle; bütün o apartmanlar, evler...
en iyisi boşver dedim içimden. şimdi daha iyi anlamıştım, belediyecilik zor işti. nitekim, Gaziantep Belediyesi de benim gibi düşünmüş olacak ki, çirkinliği biraz olsun kapatacak parklar yapmış yolun sol tarafına.
her şeye rağmen Gaziantep çok güzel bir şehir. kusursuz insan olmadığı gibi kusursuz şehir de olmuyor sanırım.
acaba Dubai'de de böyle şeyler var mı?