Cuma, Haziran 30, 2006

çaylaarr!

ışıl ışıl güzel bir yaz sabahı, bahçede ağaçların altında tatlı bir esintiye karşı ya da balkonda güzel bir şehir manzarasına karşı ya da mutfakta pencere kenarında sokağa karşı; hiçbiri de olmasa odanızın bir köşesinde televizyona karşı oturup yapılan güzel mi güzel bir kahvaltıdan sonra yapılacak olan çay keyfinin verdiği hazzı hücrelerinizin en küçük parçalarına kadar hissetmek…
hele bir de yanınızda hoş muhabbet edecek eş, dost, aileniz varsa, fonda da sohbetinize eşlik edecek güzel bir müzik varsa insan huzuru hissetmek adına daha ne ister?

iyi bir çayseverim ben. yaz olsun, kış olsun hiç fark etmez, sabah kahvaltıdan sonra mutlaka iki üç bardak çay içer, keyfini sürerim. bir de ikindi çayım vardır ki aslında bu aileden kalma bir adet olmuş içimde. yoksa illa ki ikindi vakti çay içerim demiyorum. okulda dersten önce, dersten sonra mutlaka yaptığım şey çay içmektir. en güzeli de soğukta bahçede içtiğim çaydır. çay sıcak, kantin sıcak olmuyor. tatlı yaparken ya şerbet sıcak olmalı ya da tatlı sıcak olmalı ya, bu da aynı hesap.
iyi çay yapmanın da pek bir ince noktası var elbet.
öncelikli ve mutlak şart çayın suyunun kireçsiz, klorsuz olmasıdır, yoksa çay çaya benzemez. çayın suyu fazla kaynamamalıdır, yoksa tadı bozulur; o yüzden su ısıtıcı tavsiye edilir. su ısınadursun çay yaprakları yıkanmalı, içindeki kum gibi çay tozları temizlenmelidir ki sadece yaprakları kalsın. çayın demleneceği demlik tabi ki porselen olmalıdır; ama yoksa normal demlik de olabilir, dedik ya mutlak şartımız suyun kireçsiz olması. çay on beş dakika kadar demlenmeye bırakılmalı ve fincanda değil, ince belli bardakta içilmelidir.

bu dediklerimi harfiyen uygulayın, yirmi bir günde* tiryaki olursunuz. bu tarife göre yapılan çaydan yedi sekiz bardak içerim ben. acilen kendimi yeşil çaya alıştırmam lazım, bari sabah kahvaltısında yeşilinden içeyim.

* bilimsel çalışmalara göre bir insanın bir davranışa tamamen alışabilmesi için yirmi bir gün boyunca aynı davranışı tekrarlaması lazımdır.

Pazar, Haziran 25, 2006

haftanın ilk günü pazar olsun

bu da nereden çıktı şimdi demeyin, dinleyin ve anlayın.
hafta sonlarının ne kadar yavaş ve sıkıcı, hafta içlerinin de tam tersi ne kadar çabuk ve dolu geçtiğini sadece ben değil herkes biliyor elbet. pazartesi bir başlamaya görsün, hoop diye cuma geliyor, ne zaman geldin sen, ne zaman geçtin de bittin demeye kalmıyor, o gün geldiğinde anlıyorsunuz her şeyi. aa hafta sonu gelmiş, ne yapsak ne etsek acaba diye kara kara düşüne düşüne tekrar pazartesiyi getiriyorsunuz ve hoop yine bir bakmışsınız cuma oluvermiş. eh ne oldu şimdi diye yine kara kara düşünürken haftalar aylar yıllar geçip gidiyor da haberiniz bile olmuyor.
artık mühim bir tarihi beklediğimiz zaman gün saymıyor, pazartesinin gelmesini bekliyoruz biz, o gün geldiğinde de “bugün pazartesi, hafta bitmiştir millet, hayırlı olsun!” diyoruz. çünkü pazartesi gelmişse bir sonrakine ramak kalmıştır,biliyoruz.
ama bu işe bir çözüm bulmak gerek. zamanın yavaş geçmesini istiyor, anı yaşamak istiyorsak olaya el koymanın zamanı gelmiş de geçiyor bile. ( zamanın hızlı geçmesini istiyorsanız bu hikayeyi harfiyen uygulayınız, neticesi çok hoşunuza gidecektir, garanti veriyoruz.)
bizce haftanın ilk günü “pazar” olmalı. resmen öyle olmasa bile biz kendi resmiyetimize dökeriz, kimse de karışamaz. böyle düşününce hafta hemencecik bitmiyor, çünkü bitmesi gereken uzun mu uzun bir pazarımız var.
baksanıza İngilizler bizden önce fark etmiş olmalılar ki durumu, haftanın ilk gününü pazar ilan etmişler. ama bizim öncelikle halletmemiz gereken pek mühim meselelerimiz olduğundan bunlarla uğraşamayız tabii, o da ayrı bir hikaye.

Salı, Haziran 13, 2006

ay gülümserken

saat gece yarısını geçmiş, uyuma vakti çoktan gelmiş de geçiyordu bile. ışığı söndürdüm, derin düşüncelerle yatağıma girdim. uyumam lazımdı ama uykum yoktu, pencereyi açtım, serin bir rüzgar yüzümü okşadı, ay çıkmıştı, tam da karşımda bana gülümsüyordu. etrafında bulutlar kol geziyor, ara sıra ayın yüzünü kapatmayı ihmal de etmiyorlardı. bu güzel manzara karşısında dayanamayıp, uykuyu falan unuttum ve seyre koyuldum.

kimi zaman bulutlar ayı hiç göstermiyordu, kimi zaman da görünmese de parçalı bulutun kenarlarından ışığını taşırıyordu.
ay ile bulutun dansını seyrederken düşündüm, bu dans aslında bizim hayatımıza ne kadar da çok benziyordu. o kadar çok şey yaşıyorduk ki hayatta, kimi zaman ayın bulutun ardından çıkacağını bildiğimiz gibi biliyorduk sıkıntılarımızın biteceğini. kimi zaman da bulutun ayın ışığını kapatıp hiç göstermemesi gibi bitmeyeceğini düşünüyorduk, umutsuzluğa kapılıyorduk.
halbuki bulut, ayı hiç göstermese bile eninde sonunda yine çıkıyordu meydana. sıkıntılar da işte böyle bitecekti elbet hiç beklemediğimiz bir anda, aniden.
yapmamız gereken tek şey, ne olursa olsun umudumuzu yitirmemekti asla.
ve sabretmekti.

ben düşünürken, bir ara ay yok olmuştu. yatmaya karar verdiğimdeyse kendini göstermiş, üstelik bu sefer yanında hiç bulut bırakmamıştı. demek çok sıkıntı çeksek bile, ardından gelen aydınlık daha uzun ve daha ferah oluyordu.

benim de içim ferahlamıştı, tarif edilemez bir huzurla yatağıma uzandım, hayatta olduğum ve bu güzellikleri görebildiğim için tanrıya şükrettim, sabah aynı huzur ve mutlulukla uyandım.

Cumartesi, Haziran 10, 2006

definitely maybe

Oasis’in ilk albümü “Definitely Maybe” dünya çapında tüm zamanların en iyi albümü seçildi. Oasis’i tanımayanlar bilmezler ama gerçekten bunu hak eden bir albüm. bu albümden bir şarkıyı yayınlamak isterdim ama Oasis’in müziğine ilk dinlemede aşina olmak özellikle bu tarz müzikleri tanımayanlar için bir anlam ifade etmeyebiliyor. ben de bir başka albümünden yine hit olmuş ve daha çabuk aşina olacağınız bir parçayı, “go let it out” u yayınlıyorum.
gerçekten harika ve hayat dolu bir şarkı, insana yaşama sevinci veren bir eser. zaten Oasis’in müziği ve şarkıları hep hayat dolu. alıştığınız zaman tutkunu olacaksınız.
bu arada, Oasis'in, efsane grup "The Beatles" ın albümünü ikinci sırada bıraktığına da dikkat etmek lazım.

Perşembe, Haziran 08, 2006

ilk konser hezeyanı

ilk klasik müzik konserim olacaktı bu, varsın kimse gelmesin dedim ve serin bir akşamda yola koyuldum. pür heves ıslak kaldırımlarda yürüdüm, üst geçitlere aldırmadan karşıdan karşıya geçtim ve konserin verileceği binaya emin adımlarla girdim. gayet ciddi bir şekil şemail içerisindeydim, etrafımda çok kibar hanımlar ve beyler, sanki bir resepsiyondaymışçasına ustalıkla tavırlar sergiliyorlardı, lay lay lom bir şekilde davranamazdım herhalde. sıkıntıdan ter basmışçasına şekiller verirken benim gibi birkaç genç kız-erkek topluluğu görünce de epey rahatladım doğrusu. konser neredeyse başlayacakken içeriye girdik ve yerlerimizi aldık.
sahnede sadece bir piyano gözüküyordu ki, elinde kemanıyla şık bir beyefendi göründü, ardında da piyanist bey tabii. salonda bir alkış koptu, sanatçılar bizi selamladı ve tellerden kemanın sesi yayılmaya başladı; o sırada ben bu beylerin Avrupa' nın hangi ülkesinden olabileceğini kestirmeye çalışıyordum.
bir süre sonra müzik sustu ve biz alkışlamaya başladık. sonra devam etti, sustu, etti, sustu. piyanist bir çalıyor, bir selam verip sahneden çekiliyordu. sonra yine geliyor, devam ediyordu. e hep yerinde kalıp da bekleseydi ya boşuna yorulmazdı diye düşünüp duruyordum ben de, arkada boş boş dururken onu hayal edince, görüntünün bozulacağını kestirdim sonunda.
ara verildi, dışarı çıkıp soluklandık. sonra bizi içeri davet ettiler tekrardan. konserin ikinci yarısında başlıyordu asıl hikaye. hikaye değil de fiyasko demek daha uygun olurdu belki. keman güzel güzel çalıyorken birden sustu, şu olağan susuşlarından birisi değildi bu, hareketlerinden devam edeceği anlaşılıyorken sol yandan bir alkış koptu, herkes dönüp o tarafa baktı. hayır, bu yanlış bir alkıştı, kibar kemancımız gülümsedi ve devam etmeye başladı. alkışı koparan ise genç ve acemiliği her halinden belli olan bir kızdı, beyni yanlış alarm vermişti kendisine. olur böyle derken kemancı yine susunca aynı kişi yine alkışlamaz mı! yine yanlış alarm…
artık beni de bir korku sarmaya başlamıştı, kendimden değil, bu acemilerin yine hata yapmasından korkuyordum. korktuğum başıma bir kez daha geldi, bu sefer aynı kişi değil, bir başkası ve yine yanlış alarm! güler misin ağlar mısın?
konserin sonlarına doğru önlerdeki yaşlıca bir bey kendinden geçmişçesine müziğe kapılmıştı, el kol hareketleriyle melodiye eşlik etmeye başladı, ben kemancıyı bırakıp onu ilgiyle izlemeye ve gülmeye başlamıştım. birden müziğin kesildiği beynime derk etti ve bu yaşlıca bey yüksek sesle “bittiii!” dedi ve onun sayesinde(!) konserin bittiğini öğrenmiş olduk.
sokağa çıktım, kaldırımlarda pek kimse yoktu, hızlı adımlarla ilerlerken hata yapmamış olmanın rahatlığıyla ve şu acemilerin yaptığı hatalardan dolayı biraz utançla geri döndüm. doğrusu ilginç bir ilk deneyim olmuştu, en çok da şu melodiyi beğendim.

Cumartesi, Haziran 03, 2006

dahiyane hırsızlık hikayesi

sıcak bir günün öğleden sonrası ne yapacağımızı bilemez bir halde pişkin pişkin oturup tepemizdeki sinekleri kovalarken, günün hiç de böyle geçmeyeceğini anladığımızda ne yapalım ne edelim diye kara kara düşünüp biraz havamız değişsin diyerekten düş sokağı dinlemeye karar verdik. CD ler elimizde ama çalacak makine yok ne yazık ki, almaya karar verip de bir türlü alamadığımız diskmeni alana kadar idareten şöyle ucuzundan bir tane tedarik edememekten de yakınırken aklımızda parlak bir fikir zıpladı aniden. bir koşu komşu evden arkadaşlardan alacak ve öğleden sonramızı bağır çağır şarkılarla şenlendirecektik. aklımızdan zıplayan bu parlak fikrin heyecanıyla hemen komşumuza koştuk. “ah iyi ki vardı şu komşu, sonra ne yapardık biz!” deyip sahte minnettarlıklarla kapılarını çaldık. evleri bahçeliydi ve tek katlıydı; biz kapıyı çalmakta diretirken kimseden ses çıkmıyor, bir bütün olarak ev terk edilmiş hissi veriyordu. çok parlak zekalı arkadaşımın aklına dahiyane(?) bir fikir geldi, bu evin o minnettar olduğumuz değerli sahipleri aslında evlerinin kapısını kilitlemeden gidermiş meğer. “bizim evimizi hırsız ne yapsın, etrafta bunca ev varken.” düşüncesiyle hareket ediyorlardı belki ya da tembellik ve umursamazlıktı bunun adı. dahiyane fikirli arkadaşım bahçe duvarından atladı, beni de adeta bekçi bırakırcasına kapıya dikti. gitti, kapıyı açtı ve içeriyi yoklamaya başladı. ben de etrafı kolaçan etmeye başladım, sanki hırsızlık yapıyorduk! o esnada bir iki ufak çocuk yanıma geldi, haliyle bizi izliyorlarmış keratalar. ben de yanlış anlamasınlar diye durumu izah ettim kendilerine. insanın içinde suçluluk psikolojisi olmayınca ne kadar da rahat oluyormuş meğer, gerçekten de hırsızlık etseydik böyle rahat davranamayacaktık. hoş, hırsızlık yapılsa bile böyle gündüz ortasında milletin içinde yapılmaz ya, neyse.
içeriden eli boş çıkan arkadaşım diskmeni bulamadığını söyleyince hayal kırıklığı içerisinde evimize dönüp sinekleri kovalamaya ve radyoyla idare etmeye devam ettik o gün.
hikayenin sonu birkaç gün içerisinde belli oldu sonra. meğer o komşumuz çoktan o evi terk etmiş de bizim haberimiz yokmuş! birimizin girip de didik didik ettiği, birimizin de kapıda nöbet beklercesine dikildiği evi de bir başkası kiralamış! yani kısacası biz bir başkasının evine girmişiz, başkasının eşyalarını kurcalamışız, haliyle diskmeni de bulamamışız da ayıkken uyumuş, uyutulmuşuz. sonra da dahiyane(!) fikirli arkadaşımız niye evdeki eşyaların kendisine değişik geldiğini yeni anlamış. bu kadar ihmal edilen bir komşuluğun kısa ve öz ifadesi.
meğer biz gerçekten de bilmeyerek soygunculuğa kalkışmışız. neyse ki ev sahibi bizi suçüstü yakalamadı, şimdi bir de anlat dur…

Perşembe, Haziran 01, 2006

ışık bizimle olsun

eskiden, önemli bir olay olduğunda farklı bakış açılarının bu olayı nasıl yorumladığını merak eder ve biri solcu, biri sağcı, biri de tarafsız görünen gazetelerden alırdım. olayı yorumlayış biçimlerini derinlemesine okur, ufkumu genişletirdim. sonra düşünmeye başladım, keşke siyasal bilimler okusaydım diye. benden iyi bir SBF öğrencisi olurdu, öyle olsaydım eğer, her gün bu üç gazeteyi alır, didik didik eder, önemli olayları ve köşe yazılarını keser saklardım. bazen bunu amatörce yapasım gelirdi ama yapmak istesem de bir amacı olmayacağı için yapmazdım.
şimdilerde bir gün gazete okusam ertesi günü okuyasım gelmiyor; çünkü içim daralıyor, sıkılıyorum. sonra da okumayınca gazeteyi özlüyorum, ne çelişki!
hatırlıyorum da, birkaç ay önce Hürriyet’ in bir sayısında -üçüncü sayfa haberlerini saymazsak- hep iyi şeyler okumuştum ve içim açılmıştı, çok mutlu olmuştum o zaman.
itiraf etmeliyim ki, en sevdiğim şey magazin ve ekonomi sayfalarını okumak.
bir de Cumhuriyet var tabii, es geçmemek lazım, ki bu gazeteyi okuyunca içim sıkılıyor, resmen felaket tellalı. o yüzden haftada iki üç gün okumak kafidir diyorum, fazlası ruh sağlığı için tehlikeli.
neyse ki artık alıştım kötü haber okuyup da sakin kalabilmeye.