Perşembe, Aralık 31, 2009

yeni bir yıl


herkese iyi bir yıl diliyorum. bugün ne mi yapacağım, ben de bilmiyorum. günün akışına göre belli olacak. ama sakin bir akşam geçirmeyi tercih ederim çünkü buna ihtiyacım var. günde altı saat kadar uyurken bunun bana yettiğini düşünürdüm. ama dün ne kadar da uykusuz kaldığımı anladım çünkü evvelki gece baş ağrısıyla birlikte uyudum ve ertesi gün onbir buçukta kalkabildim. bu sabah ne kadar rahat kalktığımı görünce anladım ki haftada bir iyice uyumak lazım. nitekim haftasonu bile erken kalkarım ben.
uçak biletimi aldım, ay ortasında Erzurum'a uçuyorum. güzel bir tatil iyi gelecek. sonra Antakya'ya gideceğim. köyümü o kadar özledim ki... acil bir çağrı olmadıkça on-oniki gün kadar tatil yapacağım.

Cuma, Aralık 18, 2009

ha gayret


kış geldi sonunda. şimdi yerler çürüyen yapraklarla dolu. bu sabah çektim bu çürüyen dev yaprakların fotoğrafını. günlerim koşuşturmaca içerisinde geçip gidiyor bu aralar. ne kadar da çok olmuş yazmayalı. en son bayram tatili için memleketime gitmiştim, geldikten sonra böylesine yoğun bir döneme gireceğimi tahmin etmiyordum. ama az kaldı, haftaya bu koşuşturmalarım azalacak ve derin bir nefes alacağım. ocak sonuna doğru da tatile çıkmayı planlıyorum, istikamet Palandöken olacak. şöyle bir izole etmeyi düşünüyorum kendimi, uzak mı uzak bir köşede durup kendimi dinleyeceğim.
ne kadar yoğun olsam da, vakit ayırıyorum kendime mutlaka. arkadaşlarımla birlikte oluyorum her zamanki gibi. bazen çıkıp sokakları arşınlıyorum, etrafı seyredip duruyorum, fotoğraf çekiyorum. şehri yaşıyorum yani. roman falan okuyamıyorum, en son Necati Cumalı' nın "yağmurlarla topraklar" romanını aldım, ne zamandır okumak istiyordum ama hala başlayamadım. Fahir Atakoğlu dinliyorum ne zamandır. ona ayrı bir değinmem lazım başka bir yazıda. film falan izlediğim yok ama Avatar'ı uzun süredir bekliyordum, nihayet gösterime girdi.
kısacası her şey yolunda maşallah. şu yoğun dönem bitsin, kendimi yeniden programlayacağım daha rahat ve stressiz çalışabilmek adına. iş hayatı tecrübelerim artıyor ve alıştıkça her şey daha da kolaylaşıyor.
ha gayret az kaldı.

Pazartesi, Kasım 23, 2009

başarmak


evet başarıyorum. ve bunu görebilmek, yeteneklerimi kullanabilip iyi sonuçlar alabilmek beni nasıl mutlu ediyor. doğan bir güneş gibi an be an büyüyorum.
yıllar boyunca sancısını çektiğim şeydi bir şeyler yapabilmek arzusu. yeteneklerimi keşfettiğim zamandan beri içimdeki harekete geçme arzusu beni rahat bırakmadı ama elimde hiçbir şey yoktu. şimdi o arzuladığım yol artık önümde açık bir şekilde beni bekliyor. her ne kadar hızla ilerlemek istesem de bu basit bir iş değil ama günden güne artan bir hızla ilerliyorum.
toplantılarda fikirlerimin beğenilip uygulamaya sokulması, ilgilendiğim konularda gösterdiğim çabaların ve uyguladığım yöntemlerin işlerlik kazanması ve bana olan güvenin günden güne artması nasıl anlatılmaz bir mutluluk.
bir şeyler yapabilmek ne kadar güzel bir duygu. inanıyorum ki daha çok şey yapacağım.
maşallah.

Cumartesi, Kasım 21, 2009

farkında olmak

bazen gün içinde çok koşturduğum ya da işime sıkı sıkı sarılıp kendimi kaptırdığım oluyor. ama yine de gözüm, kulağım, ruhum hep etrafımda olan bitenle birlikte oluyor, dünyadan, hayattan kopmuyorum. bu vesileyle kendimi robotlaşmış insanlar gibi olmadığım için mutlu hissediyorum. evet bir hayat var dışarıda ve ben o hayatı yaşamak istiyorum doyasıya.
geçen gün öğlen vakti geldim eve, odamdan çıktım ve salona geçtim kitaplar,dosya vesair şeylerle. kalorifer peteğinin yanında pencereye nazır bir yerde sırtıma yastığı, altıma minderi yerleştirip küçük çalışma masamı önüme çektim ve ayaklarımı uzattım. mis gibi kokan kahvemle birlikte işime koyuldum. ciddi bir şekilde çalışıyordum ama sık sık başımı kaldırıp pencereden dışarı baktım. perdeyi boylu boyuna açmıştım, zaten hiç sevmem perde çekmeyi. mahallem ağaçlarla her yandan bürünmüş olduğundan sonbaharın o eşsiz güzelliğini her an seyredebiliyordum. balkon kapısını ya da pencereyi ne kadar açmak istedim ama hava soğuktu. içeri giren temiz hava ve dış dünyanın sesleri bana huzur veriyor çünkü.
çoğumuz fark etmiyoruz ya da edemiyoruz. zaman bizim hayatımızı kolaylaştırıyor gözükse de aslında içten içe zorlaştırıyor. ben eminim ki eskiden insanlar daha mutluydu. çünkü bir aradaydık, kopmamıştık, ayrı düşmemiştik.
neyse ki birbirinden kopmamış bir çevrede doğdum, büyüdüm. asfaltlarda değil, topraklarda yürüdüm. betonların arasına sıkışıp kalmadım, yıldızları seyrederek uykulara daldım. trafik gürültüsü değildi penceremden içeri giren, ağustos böceklerinin nağmeleriydi.
inanıyorum ki hep öyle olacak.

Pazartesi, Kasım 16, 2009

başlarken


bugün ilk defa üşüdüm, sarındım montuma sıkıca. serin bir rüzgar ve içli bir yağmur sesi hakimdi etrafta.salına salına yürüdüm yine kaldırımlarda. ne büyük bir keyifti sabahın o saatinde. yine kahvemi almaya gittim, kulağımda Fahir Atakoğlu'nun eşsiz melodileriyle başladım günün mesaisine.

Perşembe, Kasım 12, 2009

bir güz günü

o sabah uyanmakta zorlandığım bir sabahtı, aslında uyanmak ya da yataktan kalkabilmek noktasında sıkıntı çekmeyen biriyken. apar topar hazırlandım ve yola çıktım ama o sabah o kadar farklı bir havadaydım ki her şeyi bir kenara bıraktım ve bir kahve alıp sağı solu kolaçan edip bu güzel güz sabahının farklı güzelliğini keşfetmek istedim.

kuruyan yapraklar ve boş bir patika.


sarıyla bezenen ağaçlar

sonbahar beni sakinleştirir, çoşkun ruhum dinginleşir, huzur bulur. sokakları çevreleyen bahçe duvarlarından görünen sarıya bürünmüş ağaçlar, esen serin bir rüzgar ve boş sokaklar beni rahatlatır, düşüncelerimi toplamamı ve kendime gelmemi sağlar. o yüzden güzün aylak aylak gezmek çok hoşuma gider.


evimin yolunu tutarken salına salına yürürüm sokaklarda. etrafımdaki bütün seslere kulak tıkarım. sakin bir modda son bulur günüm. her ne kadar bu sakinliği korumaya çalışsam da evde yine eski ben olur çıkarım.

Pazartesi, Kasım 09, 2009

dört buçuk ay sonra


aslında bayramda gitmeyi düşünüyordum memleketime ama artık dayanamadım ve kaçtım gittim. kolay değil, dört buçuk ay geçti ben en son evimi göreli ve hiç bu kadar uzun ayrı kaldığımı hatırlamıyorum.
limon ağacına mandalina aşılamıştık, bahçede gezinirken birden görünce sarı sarı, gülümsedim, mutlu oldum. kıyamadım yemeye ama bayram gidişinde mutlaka yiyeceğim.
her güz olduğu gibi bu güz de açmış çiğdemler. kedimiz yine doğurmuş boy boy yavrucuklar.
orada olduğum günden beri hava harikaydı ama benden önce epey yağmur yağdığı belliydi. bırakın yakmayı, soba dahi kurulmamış bizim evde. zaten her yıl kasım ayının ortasında kurarız sobayı. ama Antep' te kaloriferler yanmaya başladı.
en güzeli de bir iki yıldır göremediğim arkadaşlarımı görmek oldu. inşaat mühendisliğini bitiren bir arkadaşım kendi işini bile kurmuş daha yeni, ilk kartını aldım büyük bir gururla. ömrümün sonuna kadar saklamayı düşünüyorum. buluştuğumuzda ben eski Neco'yu her zamanki gibi görmeyi beklerken, o karşıma gömlek, kumaş pantolon şeklinde klasik iş erkeği modundaydı. "artık Neco değil, Necmettin Bey'im. " dedi bana. o kadar ki, sohbetlerimiz bile değişti, artık iş konuşur olduk. hey gidi günler...
iyi ki gitmişim dedim kendime. bu kadar açmamalıyım arayı, bunu da anladım ama söz bile veremiyorum kendime.


güz çiğdemleri

Salı, Kasım 03, 2009

yaz sonrası


dökülen ve çürüyen yapraklar...boşalan parklar, ıssızlaşan sokaklar.
günlerdir yağmur yağıyor şehirde. evim karanlığa büründü ve kaloriferler yanmaya başladı.
şimdilerde sokağa çıktığımda mahallenin yaramaz çocuklarını göremiyorum sokaklarda. birkaç ahbabım var bizim apartmanda, birisi Mert, onun kardeşi Cenk, sonra üst kattaki ve alt kattaki Emre ve Onur. onları görmek güzel oluyordu, bazen şaka yapardım, bazen de boş boş geyik. küçük Cenk, küçük Emre'yi şikayet eder, kızmamı bekler ama nafile. neymiş taş atmış bizim balkona... emre donuk bir yüzle bakar ama hiç kızmadığımı görür, sonraki günlerde beni her görüşünde selam verir asker gibi.
Mert ve Cenk'in annesi genç bir bayan. beni gördüğü yerde "ablam, ablam..." diye başlar konuşmaya soluk almadan nerdeyse. amma da çok konuşur ama çok canayakındır, bir de çok süslü. yazın bol bol karşı apartmandaki ahbaplarıyla olan pencereden pencereye muhabbetlerini dinledim. bir keresinde saat gece on buçuk olmuş,karşı apartmandan komşusu bağırıyor:
- haydi kız parka iniyoruz çay içmeye.
- yaa,tamam geliyorum hemen.
- ben çaydanlığı aldım, sen de tepsiyi bardakları kap gel.
üst kat Emre benim en sevdiğim uşak. şirin mi şirin ama fırlama mı fırlama. ne zaman bize gelse beni görse cıvıtır, ciddi ol derim, kızıyorum derim nafile. kızkardeşleri var, yazın apartman kapısının önünde bağırışmalarıyla az mı sabır çektirdiler bana. karşı apartmanın da çocuklarıyla birlikte bağır çağır oynarlardı. bir keresinde üst kattan biri başladı bağırmaya:
- yeter be sizin ettiğiniz bütün yaz, başım beynim şişti, gidin parkta oynayın.
çocuklar buna iyice gıcık verirler,bir de kadın içeri gidince iyice bağırmaya başlarlar. kadın bir daha çıkar bağırır:
- bana bak gelirsem oraya koparırım o dilini. babanız gelsin söylemezsem sizi.
kadın ne yapsa, ne dese nafile. ben de bütün kalbimle kadına destek çıkarım, hadi sal şunları, hallet şu işi der dururum ama nerde...
balkonda kahvaltılarımız da bitti, akşam yemeklerimiz de. bir keresinde arkadaşım sağolsun kahvaltıda çaydanlığı üstüme devirmişti de evde bol pantolon giydiğimden yanmamıştım.
bu böyle uzayıp gider.
şimdi kış geliyor, artık içerilerde sıcak çaylar ve sıcak sohbetler ederiz biz de. sonra ne çok özleriz baharı, yazı. kavuşursak, bir daha yaşarız güzelliklerini.

Çarşamba, Ekim 28, 2009

inovasyon ve Gaziantep


uluslararası genç girişimciler kongresinin Gaziantep ayağı dün akşam gerçekleştirildi. ilk konuşmayı yapan Gaziantep sanayi odası başkanı "inovasyon" ile başladı, devam etti ve bitirdi.
o anlattıkça ben heyecanlandım, işte benim de sonuna kadar savunduğum şeyler bunlar. hoş benim mesleğimin iktiza ettiği esaslar inovasyon temeline dayalı zaten;ama bunu aktive edemeyen o kadar çok mühendis var ki. ağustos ayında bir konferansta Gülsan Holding insan kaynakları müdürü iki aydır istediği kriterlere uygun mühendis bulamamaktan şikayetçiydi. umarım şimdi bulmuştur:)
GSO'nun takdire değer çabaları ve projeleri gerçekten sevindirici. bunda da başkan Nejat Koçer'in ve Gaziantep sanayicilerinin rolü büyük. sanayi açısından çok parlak bir şehir olan Gaziantep kısa sürede çok daha azim yerlere gelecek, bunu daha da hızlandırmada hepimize iş düşüyor; çalışmalıyız çünkü vakit az ve yapacak şeyler çok.

Salı, Ekim 27, 2009

yalnızlık mevsimi


bitmek bilmeyen yaz havasının ardından dün şehirde sonbaharın ilk belirtileri ortaya çıkarken, akşam saatlerinde yağmurun da başlamasıyla her şey rayına oturdu. pencere açık arkadaşımın odasında onunla muhabbet ederken yağmurun şıpırtılarını duydum ve çok mutlu oldum.
Kasım ayı gelmek üzere ve en sevdiğim aylardan birisi de odur. bu ayda yalnızlık duygusunu yaşamayı ve onun tatlı yanlarını hissetmeyi çok seviyorum. şehri bir hüzün kaplarken, düşen damlalarla sanki her şey senin yalnızlığına ağlarken ve sararıp düşen yapraklarla ayrılık ve onun getirdiği yalnızlık duygusu daha bir belirginleşirken; yalnızlığı yaşamak, o duygu selinde yalnız yürümek büyük bir keyif. soğuk bir rüzgarın esmesiyle bir hışım dökülen yaprakların akla getirdiği ayrılık duygusu ve o manzara çoşkun ruhumu dindiren en güzel yollardan birisi benim için.
şimdi her şey yavaş yavaş gidecek, sonra beyaz bir örtü kaplayacak her yeri,sanki bu elim hali örtmek örtbas etmek istercesine. ama yine bahar gelecek ve her şey eskisinden daha güzel bir şekilde ve taptaze geri dönecek bize.
şimdi biraz özlemek zamanı.

Cuma, Ekim 23, 2009

yazdan kalma bir akşamüstü

akşam saat beşi geçiyordu. çalışmak üzere dökümanlarımı hazırlamaya niyetlenirken kapı çaldı, gelen iki şamatacı dostumuzdu; geldikleri gibi evde bir şamata koptu doğal olarak. o şamata süredursun, telefon geldi, arayan babamdı. meğer anneannem hastalanmış, hastanedeymiş. ne olduğu konusundaki ısrarlarıma rağmen iyi olduğunu ifade edip geçiştirdiler her zamanki gibi. hatta annem haberim olmasın diye tembih etmiş, sebebi meşguliyetimin çok olması ve onların aksama ihtimali. telefonu kapattım ve evdeki şamatayı bir kenara bırakıp dışarı çıktım. kulağımda "bu böyle" nin tatlı melodisiyle Sertab Erener bana eşlik ederken düşüncelere daldım.

tatlı bir Ekim akşamı yaklaşıyordu; ılık bir hava, okşayan bir güneş hakimdi şehre. liseliler okuldan dağılıyordu, şalvarlı bir yaşlı amca Hoşgör Parkı'nın spor aletlerinden birini kullanmaya çalışıyordu, beni gülümsetti. caddelere sokaklara girip girip çıktım, Kolejtepe'nin kaldırım ve kilit taşlarını adım adım arşınladım. anneannem aklımdaydı, o güzel insan. belki iyileşecek, belki de bizi terk edecek; Allah bilir. en son onu ziyaret ettiğimde bana " siz yeterki iyi olun, ben hasta olayım sizin yerinize." diyecek kadar bizleri seven; her torununa "kurban olayım sizi veren Allah'a" diye şefkat etmekten hiç usanmayan tatlı insan.
sokağıma tekrar geldiğimde bir apartmanın bahçe girişinde oturan yaşlı bir teyze gördüm. kalbimdeki tuhaf hislerin teşvikiyle onun yanına gittim. yaklaştığımda beni görünce gözlerinin içi gülümsemeye başladı. "teyzeciğim nasılsın?" diye sordum. tatlı tatlı gülümseyerek ve yarım yamalak konuşmaya çalışarak iyi olduğunu ifade etti. "sağlığın, sıhhatin yerinde inşaallah?" diye devam ettim, yuvarlanıp gidiyoruz dercesine şükrünü ifade etti. benim kim olduğumu sordu, ben de anlattım ve dua istedim ondan. ellerini kaldırıp gözlerini yukarı çevirerek her yaşlının yaptığı tavırlarla dua etti bana. anneannem içi de dua istedim ve "benden bir isteğin var mı?" diye sorduktan sonra "selametle kal" diyerek ayrıldım yanından. o kadar tatlı konuşuyordu ki ve o kadar şeker ve masumdu ki. içimi bir sıcaklık kapladı, eve döndüm büyük bir sürurla. kalbim rahattı, belki yaşlı teyzenin duasının tesiriydi.

Pazartesi, Ekim 19, 2009

terfi mi ettim ne?

yoğun ve esnek geçen bir dönemdeyim. yükümlülüklerimi kaldırabilecek bir tempoda ve rahatlıktayım bu da işlerimi düzene koymakta çok işe yarıyor. geçen hafta çarşamba günü toplantı kararı alındı ve buna ben de davet edildim. hayatımın ilk toplantısıydı ama ben oldukça başarılıydım. bu bir acil toplanıştı ve Ağustos ayında atandığım birimde çıkan problemler ve onlara getirdiğim çözüm önerileri oldukça beğenildi. toplantının neredeyse yüzde sekseninde ben fikirlerimi beyan ettim ve aynen kabul edildi. gözlemlerim ve çözüm stratejilerim takdir edildi ki bu beni çok mutlu etti. cuma günü bir daha toplanıldı ve bu sefer üç saat kadar sürdü. diğer birimlerdeki meseleler de konuşuldu, kararlar reyimize sunuldu. bundan sonra her cuma haftalık değerlendirme toplantısında bulunmak durumundayım.
bir de hiç beklenmedik bir şekilde bütçe bana devredildi. bu konuda da artık söz sahibi ve karar mercii oldum. bütçeyle ilgilenen kişi benim çok yakın arkadaşım ve bu sorumluluğun kendisinden alınması noktasında müteessir olduğu gerçek. bir de yakın arkadaş olunca sen ne kadar ılımlı davransan da birtakım sorunlar çıkıyor. maalesef dün böyle bir şey oldu,o iyi niyetli ve samimi birisi ve biz çok iyi dostuz ama iş noktasında dostluk işe yaramıyor. yine de biz mükemmel bir dostuz ve bu konudaki sıkıntıyı hallettik.
bütün bu gelişmeler noktasında benim memnuniyetim ne vasat ne de had safhada. ben toplantılarla ya da bütçeyle falan uğraşmak istemiyorum aslında. bunlar benim mizacıma, amaçlarıma ve mühendis kimliğime ters. ben gerçek dinamiklere erişmek istiyorum. yenilikçi, enerjik ve farklı olmalıyım. dünya hızla değişirken ve yeni süreçler belirirken ben toplantılarla uğraşamam. bu gelişmeler noktasında farklı dinamikler elde etmeli, süreci hızlandırmalı ve enerji katmalıyım. yeni projeler ve stratejiler üzerine yoğunlaşmalıyım. işte istediğim bu.
şimdi böyle devam edeceğim ama kimse zannetmesin ki bir yandan da kafamdakilere yoğunlaşmıyorum. bir şeyler yapmalıyım, kesinlikle.

Perşembe, Eylül 24, 2009

karınca

bundan on on iki yıl öncesiydi. evimizin bahçesindeki çam ağaçlarından birinin altında toprakla oynar, kazar, çamur yapardım. sonra başlardım çamurdan, taşlardan ve odun parçalarından evler yapmaya. bodrumu bile olurdu evimin, içinde televizyon, kanepe vs. de cabası. büyük bir keyifle yapar, sonra gidip gelip seyrederdim. bir gün yine gittiğimde yıkıldığını gördüm. üzülmüştüm, halbuki yanına nice evler yapıp köye çevirecektim orayı. evimi yıkan, mahallenin tanımadığım çocuklarıydı. bahçeye girip yıkmışlardı. ben yeniden yaptım. ne çare, bu sefer bahçeye girmemiş ama bahçe teline onbeş metre içeride olduğu ve arada başka çam ağaçları da olduğu halde o mesafeden taşlar atarak yıkmaya çalışmışlardı. neden diye sormuştum kendime, neden yıkmak istiyorlar, bundan ne zevk alıyorlar? bulamıyordum sorumun cevabını, anlayamıyordum.
karıncalar çocukluğumun en iyi hayvan dostlarıydı benim. onları izlemek benim için ne büyük keyifti. onları beslerdim, işlerine yardım ederdim ve yaptıklarını anlamaya çalışırdım. tohum taşıyan iri karıncalardı dostlarım. sürekli gözlemleyerek, ansiklopedileri kurcalayarak daha çok şey öğrenmek isterdim onlar hakkında. mesela, hortumla yağmurlama yapar ve nasıl bir tutum sergilediklerini gözlemlerdim.
her zaman şefkat dolu bir çocuk oldum. ama bir gün... içimde uyanan tuhaf hisler şiddetini arttırmaya ve bana yuvalarını yıkmamı ve bir savaş ortamı oluşturmamı fısıldamaya başladı. çoğu kez bastırıyordum bu kötü hisleri ama bir gün yenik düştüm. büyük bir zevk ve hırsla yuvalarını çubuklarla açmaya, nerede olduklarını gözlemlerimden tahmin ettiğim kanalların üstünden delikler açmaya ve hızla tahrip etmeye başladım. açtığım delikten şaşkınlık ve telaşla çıkan karıncaları izlemek büyük zevkti. kargaşa hali beni daha da çoşturuyordu, ağzımla silah ve bomba sesleri çıkartıp harp meydanına çevirdim ortalığı. havadan taş bombalar atıyordum üstlerine. içimdeki acıma hissi arka planda bir şeyler söylese de dinlemek istemiyodum onu.
sonunda şefkat damarım galip geldi ve ben her şeyi bırakıp eserime baktım. darmadağın etmiştim her şeyi.
artık anlamıştım.

Perşembe, Eylül 17, 2009

moda ve ben

Tween'in koleksiyonundan
bugünlerde çarşı pazar insan kaynıyor. bir yandan bayram, bir yandan sezon sonu indirimleri. en sevdiğim şeylerden biri de alışveriş yapmaktır. hele de ne alacağını bilen ve anlayan bir insan olarak kendim için olsun, başkası için olsun alışveriş yapmak büyük bir keyf.
giyime o kadar çok önem veririm ki artık kendimi bile aştım yolda sağda solda başka insanların bile dikkat çeken giyimlerini kendimce yorumluyorum. çevremde moda danışmanı olarak bilirkişi konumundayım. insanlar maalesef giymesini ya bilmiyor, ya da özen göstermiyor. halbuki ben giysilerim için özel muamele gösteririm. renkliler için özel deterjan kullanır, yıkama sıcaklığı, ütü sıcaklığı ve kurutma usüllerine uyarım. böylece giysilerim ilk günkü kalitesini ve şıklığını korur.
benim favori markam kesinlikle bir türk markası olan "Tween". genç, modern, farklı ve şık tarzı ile bir dünya markası olma konumunu sonuna kadar hak ediyor. herkes gömlek giyer, ya da ceket, ya da pantolon. ama Tween giyiyorsanız bunları siz de yapmakla birlikte diğerlerinden kesinlikle farklısınız demektir. işte bu da benim hoşuma gidiyor, herkes gibi giyin ama farklı ol.
klasik gömleklerde ve ayakkabıda markam Pierre Cardin, fit gömleklerde ise Sarar tercihim. kumaş pantolon sevmiyorum, keten her zaman tercihim, marka ise Dockers. spor gömleklerde de tercihim aynı. takım elbise bana yakışsa da sevmiyorum, giymek zorunda kalmadıkça giymem. giyersem de markası farklı çizgisiyle "Tween" olur.
giyim önemli, kendinizi farklı ve kendinden emin hissetmenizi sağlıyor. bence önemli olan sıradışı ya da uçuk olmak değil, klasik çerçevede farklı olmak. işte benim tarzım bu. zor bir tarzım var ama sonuç mükemmel, o yüzden tarzımı seviyorum.

Çarşamba, Eylül 16, 2009

gelecek

yorucu bir aylık dönem geride kaldı. her şey bittiğinde derin bir nefes alıp ardıma ve kazandıklarıma baktım, sonuç harikaydı. benim için mesleki açıdan çok verimli bir dönemdi. kendimi daha donanımlı, daha bilinçli ve daha güçlü hissediyorum.
neler mi yaptık? ne yapmadık ki. daha iyi bir mühendis profili çizmek ve geleceğin Türkiye'sine mühendisler olarak en iyi şekilde katkıda bulunabilmek noktasında tartıştık ve bu konuda neler yapabileceğimizi, stratejilerimizi ve yol haritamızı belirledik. "Vizyon 2023" planı çerçevesinde ve Avrupa Birliği çalışmaları ve endüstriyel planlamalar noktasında üzerimize düşen büyük görevin bilincine vardık. bütün bunlar baz alınarak çeşitli toplantılar, konferanslar, laboratuvar çalışmaları ve sanayi kuruluşları ile diyaloglar gerçekleştirdik.
şimdi önüme daha bir farklı gözle bakıyorum. sorumluluk bilinci çerçevesinde yapmak istediklerimi bir bir sıralıyorum ve kafamda hızla şekillendiriyorum. inşallah her şey çok daha güzel olacak.

Çarşamba, Eylül 02, 2009

yeniden kolejtepe

yine taşındım, hem de eski mahalleme. Kolejtepe Antep'in eski güzel mahallelerinden birisi. buraya ilk geldiğim günü hatırlıyorum, yanımda sonradan en iyi arkadaşlarımdan biri olacak Hüseyin ile gelmiştik ve ben ilk gördüğümde yeşilliğine hayran kalmıştım ve burada oturmayı istemiştim. nitekim ilk bir ay Karataş denilen ve siteler ve koca koca apartmanlardan başka bir şey olmayan ve tam hız o beton yığınlarından dikmeye devam edilen merkezden uzak bir mahalledeydim. belki hiç hesapta yoktu ama her şey o kadar çabuk gelişti ki kendimi burada buldum.
şehrin merkezindeki bu mahallenin gürültüsü, kalabalığı, tozu, dumanı ve sıkışıklığı beni yeni arayışlara itti. ayrıca Antep' teki rezalet şehiriçi taşımacılığının getirdiği sıkıntılar da tuz biber oldu. Antepli şoförlerin saat kavgası, sıra tartışması, bağırıp çağırmaları vs gibi saçma sapan hareketlerini otobüs ya da dolmuş yolculuğu boyunca ara sıra çekmekteydiniz.
nihayet taşındım, üniversite karşısındaki bir mahalleye. ilk başta rahattım ama sonradan o mahallede geride bıraktığım insanlar ve yeni mahallemin ruhsuzluğu ve beton yığınından oluşan matlığı ve şehre uzaklığı vs gibi sebepler üst üste gelince ben geri dönmeye karar verdim. arka sokak komşum olan medar-ı tesellim Hasan'ın yanına geldim, diğer yerde kankam dediğim Samet'i ve sırdaşım Mustafa'yı bıraktım. tercih yapmak zor görünse de ben bunda zorlanmadım ama kankamla aynı evi paylaşmayı özleyeceğim.
şimdi çok rahatım ama benim işim belli olmaz, yine değiştirirsem evimi şaşırmam ki zaten planlarım da var ama şartlar müsait değil. Antep' te bana bu kadar güzel birçok arkadaşı, dostu veren Allah'a ne kadar teşekkür etsem azdır.

Pazartesi, Ağustos 24, 2009

sıcak

bu fotoğrafı bulutsuz, rüzgarsız ve sıcak bir Agustos günü çimlerin üstünde susuzluktan yorgun düşmüş bir halde çektim. kulağıma müziği takıp canlı bir müzik bulunca kendime gelip ayağa kalkabildim.
bakmayın böyle dediğime, ben yazı öyle çok seviyorum ki. bu benim Antep' teki ilk yazım ve bu yazdan önce çevremdeki insanlara sorduğumda felaket bir sıcağın olduğunu söylerlerdi bu şehirde. ben de tırsıyordum alışkın değilim yakıcı sıcaklara, biz nemle boğuşmaya alışmışız çünkü. ama gel gör ki "felaket" sıcak yok bu şehirde. aslında bu benim için böyle. ben sıcağı seviyorum, güneş yakınca tenimi hoşuma gidiyor. dal kımıldamayan sıcaklarda bir gölgelikte oturup keyif yapmak ne büyük bir zevk benim için.
hele su içmek... susamak ve su içmek kana kana. ne büyük bir zevk anlatamam. yazın en sevdiğim taraflarından birisi de bu işte. susamak zevkine varıyorsunuz. hele de şimdi orucuz, daha bir kıymete biniyor su, akşam iftarımın yüzde seksenini su, ayran, kola ve karpuz gibi şeyler oluşturuyor. yemek değil derdim, susamışım yanıyorum. ama öyle bir zevkle içiyorum ki...
yağmurları çok özledim ama ben iyiyim böyle, rahatım yerinde. kana kana su içeyim şöyle.

Perşembe, Ağustos 13, 2009

ödül

bu sabah kendime ödül verdim. işimi erkenden bitireceğimi kestirince sabahın bu tatlı serinliğinde Pamuk'un o anlatımına doyamayıp elimden hiç bırakmak istemediğim "İstanbul" kitabını kapıp çimenlere yayıldım. her zaman yaptığım gibi kahvem de benimleydi.
bugün işlerimin son günü, yarın derin bir nefes alıp masa başından kalkacağım. haftasonu Viranşehir' e gidiyorum, arkadaşımın yanına. bu küçük hava değişikliği çok iyi gelecek. sabırsızlıkla beklediğim önümüzdeki haftada laboratuvarlarda beyin fırtınası estiriyor olacağım.

Çarşamba, Ağustos 12, 2009

yarım ay

sabahın on buçuğunda masa başından kalkıp çalışmaya ara vererek bir kahve içmek için bahçeye çıktım her zamanki gibi. ormanlık tarafa bakarken birdenbire bu yarım ay gözüme çarptı, mutlu oldum. bu saatte ayı görebilmek harika bir duygu.

Salı, Temmuz 28, 2009

akşam kızıllığı

odamın penceresinden akşam kızıllığı
Ağustos gelmiş, ne çabuk. günler birbiri ardınca geçip giderken ben farkına bile varamıyorum. bu kadar çabuk geçen bir yaz mevsimi hiç olmamıştı hayatımda. havanın en serin saatlerinde başlarken güne ve çabucak geçen saniyelerin, dakikaların ve saatlerin ardından bulurken kendimi akşamın o narin kızllığında; bakıyorum da şöyle geçmişe, hiç bu kadar sevmemiştim ben yaz mevsimini bu defa sevdiğim kadar.
özlemedim değil o eski yazları. hem de ne çok özledim.
kapının, pencerenin ardına kadar açık olduğu odada yatarken sereserpe emektar yatağımda, annemin gür sesi ve sabah şarkılarıyla uyanmak yeni güne. ağustos böceklerinin cırcırları ve serin ama nemli bir rüzgar dolarken odaya, ne tatlıdır o anda uyku. döne döne seslenir annem:
-haydi kahvaltıya!
kalkmazsın, sonra bahçeden çay kaşığının sesi gelir; babam ısrarla karıştırır biz duyalım diye. çay soğumadan rüzgarda, biraz zoraki biraz istekle kalkarım yataktan. kahvaltıda hemen hiç konuşmam, uykum açılmamışken azap gibi gelir bana. herkes bildiğinden kimse bir şey sormaz, iki saate kadar uykum açılınca başlarım şakımaya. öğlen olur, sıcak çöker, dört gözle beklenir serinlik. yine aynı akşam kızıllığında ne güzel olur mahallenin arka sokakları. ahali dışarıda, çocuklar koşuşturmacada; serin ve nemli rüzgarda ne güzeldir Antakya.
özlediğim uzun yazlar.
ama, şimdi daha çok seviyorum yazı, hiç sevmediğim kadar. bulunca bir fırsatını, atıyorum kendimi dışarı; güneş yakıyor kavuruyor ortalığı. elimde kahve, bir gülün zayıf gölgesine çöküp öğlen sessizliğini dinliyorum. dönerken eve, tozlu topraklı yollardan geçiyorum; güneş yakıyor tenimi, hoşuma gidiyor. kertenkeleler benden kaçışıp otların arasına gizleniyor, onları izlemek ne büyük keyif veriyor. şikayet etmiyorum hiçbir şeyden; ne yakan güneşten, ne de terden sırılsıklam atletimden.

Perşembe, Temmuz 23, 2009

nefes


sabahtan beri ortalığı kavuran guneş ogleden sonra bulutların arkasına gizlendi. Nefes almak, gok gürültüsünün sesini işitmek ve uzaktan gelen topragın kokusunu duymak; çölde bir vaha bulmak kadar heyecan verici...

Pazartesi, Temmuz 20, 2009

Cuma, Temmuz 17, 2009

Pazartesi, Temmuz 06, 2009

Erzurum' da ilk tur

çifte minareli medrese

ulu cami
yakutiye medresesi
semt pazarı kurulmuş sokağın civarında elimde bavulla otobüsü bekliyorum. hava serin, parçalı bulutlar var. aklıma Ankara geliyor,biraz benzetiyorum oraya. otobüs gelince bindim,en sevdiğim şeylerden birisi de yabancı olduğunu belli etmektir. ",biletli mi,kaç lira,nereye parayı atacağız?" gibisinden sorularla çok eğleniyorum, etrafa saf saf bakıyorum.elimde gps cihazıyla çarşı istikametine emin bir şekilde varıyorum, artık şöförlere minnet etmek yok.merkezde indiğimde etrafa şöyle bir göz attım,ilk izlenimin iyiydi. Erzurum güzel bir şehirdi. doğu tarafına doğru yürümeye başladık. ilk gözüme çarpan şey Yakutiye Medresesi oldu. hemen daldım bahçeye,incelemeye koyuldum, fotoğraf çektim. biraz ileride de Lalapaşa Camii vardı,buralar tarih kokuyordu. meraklı gözlerle inceleye inceleye ilerledim. istikamet çifte minareli medreseydi ama ondan önce Ulu camii çarptı gözüme. dayanamadım içine girdim,çok değişik bir mimarisi vardı, bugüne kadar görmediğim tarzdaydı. içerisi karanlıktı ve biraz basık gibi geldi bana ama muhteşem bir atmosferi vardı caminin. öğlen öncesi cemaat vardı camide ,kuran mı okunuyordu ders mi anlatılıyordu tam hatırlamıyorum. fotoğraf çekip çıktım ve medreseye vardım. hep fotoğraflarda gördüğüm meşhur medrese karşımdaydı.
medresede bol fotoğraf çektikten sonra kale istikametine doğru ilerledik. kaleye varmadan yağmur başladı ve ben sandaletlerimle kale kapısının altına sığındım. sağanak geçene kadar bekledik ve kaleye girdik. kalenin ilk yapısı mescitti, en köşede de kule. kuleye çıktık dolambaçlı merdivenlerle,şimdi Erzurum önümdeydi. soğuk bir rüzgar esiyordu yağan yağmurun ardından. fazla kalamadan indik aşağı.

Çarşamba, Temmuz 01, 2009

erzurum'a doğru

Malatya'daki işim erken bitince cumartesi akşamına biletimi aldım ve alana kadar da gideceğime inanmadım. pür heves otobüs saatini bekleyedurayım, ayağımın tozuyla halk oyunları şenliğine gittim. ne iyi etmişim, açık havada güzel yurdumun güzel diyarlarından üç tane oyunu izledim:Hatay,Yozgat ve Diyarbakır'ı. en güzeli de Diyarbakır' dı, doyamadım onların oyununa. bizimkilerin oyununu merakla izledim. ben lisedeyken halk oyunlarında oynadığım oyunlardan da oynadılar; mutlu oldum, ağzım kulaklarımda sağa sola söylüyorum "bunu ben de oynamıştım, bu çok zordu bla bla bla..."
neyse otobüse bindik gidiyoruz, ben heyecanlıyım tabii. yanıma zar zor Malatya' da bulduğum organik adaçayımı da almışım, bekliyorum ki servis başlasın bir sıcak su alayım, nerde... ben de uyudum kafayı vurup. Bingöl' de mola verdi ve hava hala sıcaktı. tabii insan ayağında sandaletlerle Erzurum' a gidince böyle tedirgin oluyor. bavulumda her türlü yazlık giysi de cabası. birinden ödünç aldığım polarla gidiyorum yüksek yüksek diyarlara;benimki de tam saflık.
ben yine uyudum tan yeri ağarana kadar. sonra etrafı meraklı gözlerle seyretmeye başladım. uyku sersemliğinin etkisi var mı bilmem ama etrafıma bakınırken kendimi başka bir ülkede, uzak ve yabancı diyarlarda hissettim. ben o kadar yer gezdim ama buralar çok farklıydı.kendimi Orta Asya' da gibi hissettim; her yer yeşil yeşil bozkırlar, bir tane ev, ağaç yok ve sürekli tırmanıyoruz, sağda solda uçurum da yok, her yer tepe bayır. biraz yüksek tepelerde de kar var iyi mi? ara sıra birkaç kuş görünce sevindim.

Erzurum'a geldik vesselam, otogara varmadan indik hava soğuk, ben üşümeye başladım. şehir uyanmamış, sıcak yataklarında uyuyor. eve vardık ve kendimi yatağa attım sıkı sıkı sarılıp. işte en güzel an, yorucu bir gece yolculuğunun ardından yatak. ona doğru kalktık, sıcak çay soğukta ne güzel gitti. evin içinde üşüyorum, arkadaş bana kalın bir mont verdi, post gibi. sonra yola çıktım şehir merkezine gitmek için. mahallede pazar kurulmuş, ahalinin kimisi kısa kollu kimisi de uzun. otobüsü sordum amcanın birine, yardım etti; enteresan bir şivesi vardı. hasılıkelam şehir merkezine vardım. ayağımda sandalet, üstümde polar, hava bulutlu, her an yağmur yağabilir şekilde Erzurum' u keşfe başladık.
not: fotoğrafı Erzurum Kalesi'nden çektim.

Cuma, Haziran 26, 2009

Perşembe, Haziran 25, 2009

geri döndüm

dün gece itibariyle Antep' teyim. Malatya' daki işim tahmin edemeyeceğim kadar erken bitti ve tabii ki ben kuzeydoğuya doğru yola çıktım. çok heyecanlıydım, boşuna değilmiş. muhteşem bir üç gün geçirdim Erzurum' da. daha bir gün bile olmadı ve ben o yaylaları çok özledim. aman Allah' ım ne güzel yerler öyle.
gün be gün anlatacağım hepsini, bir sürü fotoğraf ve video çektim. orada sadece doğa vardı; güneş, yağmur, dolu, şimşekler, çağlayan sular, binbir çeşit çiçekler...
oradaki serin ve bol oksijenli havadan sonra Antep' in sıcağı fena çarptı. neyse ki sıcakla aram iyi, güneşi seviyorum, bir problem yok. haftaya okula dönüyorum, dersler beni bekliyor. ağustosta atolyede olacağım, bu yaz çabucak geçip gidecek gibi. şimdiden temmuzu getirdim nasıl da geçiyor zaman.

Cuma, Haziran 19, 2009

gün batarken

Antep gün batımı
pazarcık gün batımı

bugüne kadar izlediğim en güzel gün batımı bizim köyde olanıdır. sarı sarı tarlaların ötesinde uzanan Amanoslar' a batan o güzel güneşi köyün sessizliğinde oturup izlemek ne büyük keyiftir anlatılmaz. uzun zaman oldu izlemeyeli, ne zaman gidebilirim bilmiyorum.
gün batımlarını izlemek her zaman bir keyif oldu benim için. şimdilerde Antep' teki evimde odamın balkonundan batan güneşi izliyorum ötede uzanan çam ormanına doğru kayarken. kuzeye doğru giderken otobüsten batan güneşi resimledim, çok güzeldi o an. ama eminim ki bizim köydeki kadar güzel batamaz. Nemrut' ta nasıl batıyor bilmiyorum ama orası daha güzelse de inkar etmem söylerim:)

Perşembe, Haziran 18, 2009

kuzeye doğru

dün itibariyle Malatya'dayım. ayağımın tozuyla sabah sabah üniversiteye gittim, unutmadan bir de fotoğrafını çektim. İnönü üniversitesi çok güzelmiş gerçekten çok beğendim. neredeyse bir özel üniversite gibi kaliteli, kampüsü bir harika, binalar gıcır. eğitimi nasıl işte onu bilmiyorum, okuyanlardan sorun:)
buradaki işim çabucak bitse Erzurum' a gitme planlarım var,yaylaya davetliyim ama tarih de çok sıkışık. haftaya perşembe Antep' te olmam lazım. Malatya' da işim ne zaman biter bilmiyorum, başkalarının insafına kaldık. ahh o yaylaya bir gitsem, 2500 metre rakım, mis gibi hava, çiçekler, kuzular... Heidi misali gezeceğim, iki güncük bile olsun ama ne olur...

Salı, Haziran 09, 2009

kaçamak

Keldağı ve Akdeniz
dalgalar ve kumsal

kumda ayak izlerim
cuma günü Antakya' ya geldim. o günden beri hem geziyorum, hem de masa başındayım. bugün o kadar güzel bir güneş vardı ki ve ben eğer denize gitmeden yarın Antep'e dönseydim kesin çok pişman olacaktım. denizi ne çok özlemişim, onu görünce yüzüm gülümsedi. önce biraz yürüyüş, sonra güneş.... balık tutanlar, yürüyüş yapanlar, yüzenler... dalgaların güzel sesi ve açıklarda balıkçı teknelerinin homurtusu.
güzel bir kaçamaktı, şimdi bir sürü işim var, yetişir mi bilmem ama o anda canımın istediğini yapmak hoşuma gidiyor. varsın odamın ışığı geç saatlere kadar yansın, ben bu enerjiyle bu işi de hallederim.
en kısa zamanda görüşmek ümidiyle Akdeniz.

Pazartesi, Haziran 08, 2009

geride kalan bahar




bir bahar daha bitmek üzere. bu baharda eski ben olamadım, ne yağmurları izleyebildim gönlümce, ne o baharın güzel güneşini hissedebildim doyasıya içimde. ama yine de güzellikler gözümün önünden hiç gitmedi, ben her bahar olduğu gibi elimdekilerle yetinip baharı yaşamaya çalıştım. ne kadar çok işim olsa da yarıda kesip gökyüzündeki şimşekleri seyrettim hayranlıkla ve toprağın kokusunu çektim içime. bir de bu fotoğrafları topladım elimden geldiğince.
hoşçakal bahar.
hoşgeldin yaz; sarı ve sıcak yaz...


Salı, Mayıs 26, 2009

son bulutlar

yaz ha geldi ha gelecek derken ben de son yağan bahar yağmurlarını ve bulutları çekip duruyorum. malum özleyeceğim bulutları, uzun bir yaz var önümde ve sıcak bir Antep. ancak bu yaz çabuk ve keyifli geçecek gibi gözüküyor, özellikle de Ağustos ayında bir sürü iş var beni bekleyen ve keyifle yapacağım. o yüzden içim rahat bu yaza girerken. çoğunlukla miskin miskin evde yatardık yazları, sıcaklar bizi mayıştırdıkça tembelleşir, akşam serinliğiyle canlanırdık. şimdi gün nasıl geçecek anlamayacağım herhalde. bu hızlı yaza girmeden önce bütün hücrelerim tatil diye bağırıyor. denizi ne kadar da özledim, güneşlenmeyi de. neyseki Temmuz' a kadar iki hafta boşluğum var,iyice bir dinlenip işimin başına döneceğim. bu yaz gidecek çok yer vardı gezmek için ama gidemiyorum. iki haftalık boşluğumu memleketimde geçirmek istiyorum. arada yine kaçamak yapacağım sağa sola.

Pazartesi, Mayıs 18, 2009

sıddık

arkadaşımız bir gün bizim fakirhaneye küçük kardeşi Sıddık' ı getirir. sıddık afet mi afet, fırlama mı fırlama bir zamane çocuğudur. hayatı evde cartoon network'u izlemek, bilgisayarda oyun oynamakla geçen; sokağa çıkıp da bizim çocukluğumuz gibi saklambaç, kovalamaca,körebe,futbol vs. oynayıp oynamadığını bilmediğim bir çocuktur o.
evde kıyametleri koparır sıddık,bağırır çağırır çığlıklar atar;ben tırnaklarımı yerim komşular şikayete gelecek diye. sonra görür ki evde üç tane laptop var, gözleri parlar ufaklığın. önce birinden ister:
-musa abi, seni çok seviyorum.
-sağol canım benim.
-bilgisayarını açabilir miyiiiiiiiimmm??
sonuç olumsuz. sıra bende ama bu sefer başka bir taktik:
-murat abi,bilgisayarın çok güzelmiş.
-sağol canım.
-açabilir miyiiiiiimmmm??
-olmaz.
o akşam amacına bir türlü ulaşamaz.ertesi gün olur. sabah uyanırız ki sıddık çoktan kalkmış bile. bilgisayarlardan iki tanesi küçük odada açık vaziyette,ama şifreye takılmış. musa abisinin geldiğini gören sıddık hemen mutfağa kaçar,hiç haberi yokmuş gibi koridorda karşısına çıkıp:
-günaydın Musa abiiiii!
-günaydın Sıddık, laptopları kim açmış?
-bilmem!!! (bak seeen!)
kahvaltıda sıddık bize bilgisayarda oynadığı yüzüklerin efendisi oyununda bilmem kimi neyle nasıl öldürdüğünü anlatıp kudurur,şaklabanlık yapar.aklımıza gelir sorarız:
-sıddık atatürk kim biliyor musun,nasıl biriydi o?
-iyi biriydi.
-başka?
-atatürk yoktu düşman çoktu,atatürk geldi düşmanı yendi. (anaokulunda öğrendiği iki mısra)
-peki Atatürk mü yoksa yüzüklerin efendisi mi?
-yüzüklerin efendisiiiiiii!!!

bir fırtınaydı gelir geçer,sıddık gider evineee. ertesi sabah bir şey fark edilir,tuvaletteki fırça ortadan kaybolmuştur. ne oldu nerede derken sıddık akla gelir, fırça deliğe sokulmuştur,kapak olduğundan görememişizdir. fırçayı çıkarma hikayesini hiç anlatmasak?
karar alınır,sıddık bir zorunluluk olmadıkça bir daha eve alınmayacaktır.
bu hikaye de mutlu sonla mı bitti bilinmez.

Pazar, Mayıs 10, 2009

gerçek

bundan bir kaç ay önce hayal başlığıyla yazdığm hayalim şimdi gerçek oldu. işte arzu ettiğim telefonuma kavuştum. böyle bir telefona ne kadar çok ihtiyacım olduğunu şimdi çok daha iyi anladım. artık internet, fotoğraf makinesi, oyun, müzik ve ajandam elimin altında. insanın hayatı yoğunlaştıkça teknoloji imdada koşuyor. ama bir çelişki de var bence;teknoloji geliştikçe hayat yükü de artıyor,o yükü hafifletmek için alışan da yine teknoloji oluyor. ne tuhaf.

ablacığım, bu telefonu bana hediye ettiğin için sana çok çok teşekkür ederim.

not: öğrenci milletinden korkacaksın:)