Salı, Aralık 30, 2008

ayaz

soğuk bir aralık gecesi amik ovasında yalnız bir ağaç ve dolunay

Çarşamba, Aralık 10, 2008

kışın renkleri

Akdeniz'in en güzel tarafı da bu işte,kışın bile doğanın renklerini görebiliyorsunuz. Aralık ayında bu renkleri görebilmek gerçekten harika.

bakmayın boynunu büktüğüne, aslında dipdiri bu beyaz gül.

güz gülü mü desem, kış gülü mü karar veremedim.

yenidünya ağacının çiçekleri çoktan açtı. baharda sarı sarı meyveler verecek.
bu zeminin yeşil ve sarı renkleri. hala sarı papatyalar gülümsüyor.

kış güneşi

iki gün boyunca kapalı ve yağmurlu havanın ardından bu sabah sekiz buçuğa doğru uyandığımda yataktan doğruldum ve her sabah yaptığım gibi penceremden dışarı baktım; ışıl ışıl bir sabaha uyanmıştım.


kış güneşi her zaman çekici gelmiştir bana, hele de yağmurlu günlerin ardından. su damlacıkları ve toprağın çamuruyla kaynaşan güneş ışığı ne kadar iç açıcıdır. bu sabah da öyle güzel ve canlı bir sabah vardı Antakya' da. sabah kahvemi bahçede içtim ıslak otların arasında dolaşarak. minik kedi yavruları koşuşturup duruyordu sabahın bütün enerjisiyle. otlar ışıl ışıldı, su damlacıkları hala kurumamış, güller yağmurun suyundan boyunlarını bükmüştü.


öğlene doğru gelen bayram misafirleri bahçede oturmayı yeğledi, işte Akdeniz bu dedim kendi kendime ve kaptım fotoğraf makinasını ve çektim bu güzel sabahı.


Salı, Kasım 18, 2008

uzun bir aradan sonra

son bir ay öyle yoğun geçti ki ve öyle hesapsız işler çıktı ki ben bile bu kadarını hayal edemezdim. hayat güzel güzel akıp giderken ve yapılması gereken işlerin günü gelirken ve ben hala yazın rehavetini atamamış aylaklık yaparken birdenbire hastalandım. bütün düzenim, planlarım bozuldu, işler birikti ve aksadı. sonrasında altından kalkmak zor oldu ve her şey yarım yamalak bitip gidiverdi. ama daha kötü sonuçlar beklerken ilahi bir yardımla mıdır nedir bilmem ama halim hiç de fena değil şu anda. kafi derecede toparladım işlerimi, bu kadarını ummuyordum.

bu son bir ayda yaşadıklarım bana mükemmel bir ders verdi ve ben dün en son işimi bitirdikten sonra yeni bir sayfa açtım her şeye, şimdi yarınımı dünden planlıyorum ve işlerimin hiçbirini aksatmadan yürütmeye devam ediyorum. hatta yarın yapılacakların listesini bile yazmaya başladım akşamdan. artık planlı çalışmalı ve mümkün olduğunca toparlanmalıyım.

planlı yaşamak insanı stresten bile uzak tutuyor, akşam yatağa girdiğinizde içiniz rahat oluyor. bir bela bin nasihatten iyidir lafı bir kez daha benim için doğrulanıyor.

Pazar, Ekim 12, 2008

bir ekim günü akşamüstü İskenderun

güzel İskenderun Hatay'ın ikinci büyük kenti ve aynı zamanda sanayi ve deniz turizmi merkezi. merkez Antakya daha çok tarım, hayvancılık ve tarih ve doğa turizmi merkezi. Hatay işte böyle kendi kendine rahatlıkla yetebilecek bir ilimiz. İskenderun limanı ve sanayisiyle gözde bir şehir. güzel bir Ekim akşamı çektiğim fotoğraflarla az biraz size tanıtayım.

İskenderun sahilindeki şehitler anıtı

şehir meydanlarından birindeki portakallı havuz

sahil boyu uzanan parktan görüntü

sahildeki anıtlardan bir tanesi, üzerinde asker kadın ve çocuk kabartmaları var.

yukarıdaki anıtın altında böyle yazıyor.

yine aynı anıttan Mustafa Kemal'in o günkü söylediği sözler.

aynı anıttan şiir dizeleri,fotoğrafı büyütürseniz daha rahat okursunuz.

burası da sahilde bir meydan ve güzel İskenderun manzarası.

yukarıdaki meydana bakan bu anıt sahilin tam ortasında ve çok anlamlı.altında Atatürk'ün o meşhur sözü var:kırk asırlık türk yurdu düşman elinde esir kalamaz.

Akdeniz ve kum.buna maviyi de katarsanız muhteşem üçlü ortaya çıkar. deniz hala sıcacıktı, yirmi sekiz derece.

gün batımı ve İskenderun körfezi.

Cumartesi, Ekim 11, 2008

doğa hayat buldu

Eylül yağmurlarından sonra gelen tatlı güneşin de sıcaklığıyla topraklar yeniden yeşerdi, çiçekler açtı dört bir yanda. sarısıcak yazdan sonra yeniden zemin yüzünü rengarenk görmek çok güzel. fırsatım olsa dağ tepe çıkıp sonbaharın sarıdan önceki renklerini seyretmek isterdim.

bu güzel çiçekleri de bahçemizden çektim. güz çiğdemleri hala çıkmadı, ancak Kasım ayında boy atarlar. zaten Akdeniz' de sonbahar ancak Kasım ayında tam olarak temaşa ediliyor.

yakında toprak uykuya dalacak ve bir sonraki bahar bütün güzelliğiyle kendini gösterecek. bu güzellikleri görebilmek, onların farkına varabilmek adına çok şanslıyım, çok şükrediyorum.

Çarşamba, Ekim 08, 2008

toprağın insanı olmak

sabahları beşte uyanmak, tarlalara doğru esneye esneye adım be adım yürümek, sıcacık yatağını hayal edip sitem etmek... serinlikte kanala doğru giden yolda yürüyüp suyu getirmek, güneşle birlikte yakıcı sıcakta sulama yapmak, çapa yapmak, ürün toplamak...

çocukken tarla sulamak için erkenden kalkmadım ama gidip suyu getirmek hep bize düşerdi. tarlaları geçerek giderdik su getirmeye. ellerimizde kürek olurdu ya da bel. su açılırdı biz de onu takip ederek tarlaya gelirdik. bazen suyu keserlerdi bir daha giderdik. biz açardık dönerdik bu sefer başkası gelip yine kapatırdı. haydi yine git su açmaya. bazen büyük kanaldan kesilirdi su, bu sefer büyük kanala giderdik nice tarlaların, yeşilliklerin içinden geçerek. büyük kanala giderken korkardım ben, biraz uzaktı çünkü. beni ailem korkutmuştu aslında, yoksa yine uzak başka tarlalara kendi başıma gitmiştim.
tarlamızın içinde oturmak hep hoşuma giderdi. yanımızdaki tarlanın mısırları, ayçiçekleri daha çok olur, bahçeyi daha gür gösterirdi diye kıskanırdım. bazen habersiz oraya gider yalnız otururdum.
tarlaların kenarlarında meyve ağaçları olurdu,biz de gider hep kayısı çalardık.bahçe sahibini görünce nasıl da kaçardık,halbuki gidip tatlılıkla istesek verirlerdi herhalde. açgözlülüğümüz yüzünden bir keresinde ettiğimiz kayısıları bitiremeyince atmıştık üstelik.kanalın civarlarında larva kurbağalarla oynardık. kavaklara konan kuşları avlardı kimisi, sapan kullanmayı hiç beceremezdim.

bugünlerde erkenden kalkmak zorundayım, sabahları altıda kalkıp güne başlıyorum. erken kalkmak her zaman yaptığım bir şey ama bu kadar da değil. insanın en tatlı en ağır uykusunun olduğu saatlerde kalkmak biraz zorluyor beni. aklıma türlü şeyler getirip sanırım kendimi teselli ediyorum ben de. en çok da toprağın insanları geliyor aklıma.
zordur toprağın insanı olmak;emek ister, sabır ister, şükür ister. ama en çok da sevgi ister, tutku ister. toprakla uğraşmayı hep sevdim,çamurlarla çok oynadım çocukken. belki de bu tutku insana doğuştan yazılan bir şey. umarım o tutku hiç bitmez.

Pazar, Eylül 28, 2008

eylül yağmurları

bu sene bizim diyarlara yağmurlar erken geldi. Ağustos'un ortalarıydı Hatay' da yağmurlar yüzünü gösterdi. bu büyük bir müjdeydi bizim için, o zamanlardan hep umuyordum ki bu sene kuraklık bitecek. o günlerden beridir yağmurlar dinmiyor, inşallah da devam edecek.
normalde her yıl Antakya' da toprak suya doyardı. bizim bodrumumuzun zemininden toprak suyu teperdi. sonra ya motorla suyu çıkarırdık ya da kovalarla. biz çıkardıkça topraktan su kaynamaya devam ederdi. işin yoksa uğraş dur, üstüne bir de rutubetle uğraş, bodrumdaki eşyaları kurtar. bir keresinde kedimizin yavrularını boğulmaktan kurtardık. hasılı yağmurlardan çok muzdarip olurduk ama iki yıldır bodrumdan su çıkmadı, yağmurlar yine yeterince yağsa da toprağın doymadığı bizim bodrumdan anlaşıldı. dedim ki içimden, yeterki yağmur yağsın ben her kış bodrumdan usanmadan su çekeyim.ellerim üşüsün, paçalarım suda sırılsıklam olsun, bedenim titresin.

son iki gündür o kadar çok yağmur yağdı ki Antakya'ya, yine bir sel olmasından korktuk. gök gürledi, yıldırımlar düştü yine, ürktük. bahçemizde oluşan fotoğraftaki gölcük bunun kanıtı. o gölcüğü görmek ne sevindiriciydi anlatamam. kışın yağan kar yerde kalır ya, bizim buralarda da böyle su toprağa inmek bilmez günlerce orada kalır. umarım bu kış da böyle olacak.

Pazartesi, Eylül 22, 2008

barak ovası

Eylül geldi ve artık işbaşı zamanı, hasılı ben memleketimden geri döndüm Antep'e. bu yıl ayrılmak bir önceki yıla göre daha kolay oldu benim için ama gelir gelmez özledim hemen toprağımı.
Eylül girdiğinden beri bir koşuşturmacadır geçti günler. ben her şeye rağmen gezmeyi ihmal etmedim yine.

gittiğimiz yer Barak ovasında bir köydü. Barak Ovası Antep'in ve güneydoğunun en bereketli topraklarından bir tanesi. toprağın rengine dikkat ettim de kırmızıydı ve uçsuz bucaksız ötelere uzanıyordu. ayrıca bu diyarların meşhur güzeli Ezogelin de bu ovada bir köyde yaşarmış. o esnada akşam saatleriydi ve gün batmaya yakındı yoldaydık. gündüz kavurucu sıcakta bu toprakları hayal ettim, şimdi tatlı serinlikteydiler. günbatımı ötelerdeki tepelerde ne de güzel batıyordu ovada.
ova adını buralara yerleşen Türkmenlerden almış. bizim gittiğimiz yer ise büyük bir aşiretin köyü olan Mülk idi. arabadan indikten sonra durup sessizliği dinledim de harikaydı. alacakaranlıkta sadece baykuşların uğultuları, köpek sesi ve rüzgarın hafif mırıldamlarından başka bir şey yoktu, şehrin gürültüsünden dumanından çıkınca ne de iyi geldi bana.
harika bir iftar sofrası kurulmuştu ve ben en çok da içli köfte yedim. tıka basa yedik desem yeridir ve hala da gözüm açtı. üstüne güzel bir çay ne de güzel gitti. güzel bir serinlik çökmüştü ovaya. çay sonrası ikramlar da bitmek bilmedi, sağolsunlar çok misafirperverlerdi.

geri dönerken doğuda doğmakta olan ay gözüme çarptı, henüz kızıl renkteydi ve yarımdı, o kadar güzeldi ki. gökyüzünü süsleyen binlerce yıldızları da seyretmeden gitmedik.

Cumartesi, Eylül 06, 2008

antakya çocukları




bu güzel fotoğraflar için Dick Osseman' a teşekkürler.

Cumartesi, Ağustos 30, 2008

rina namıdeğer zarife

fotoğrafta gördüğünüz sevimli köpekcik (aslında pek de köpekcik denemez çünkü kocaman bir şey:) bizim Rina. asıl adı bu olmakla birlikte ben ona Zarife adını koydum, yani adı Rina Zarife.yaklaşık yedi aylık köpeğimiz Rina' yı sizlere takdim etmekten gururluyum. köpek beslemek çok zor iş, hele de aktif bir cinsse. her akşam Rina ile oyun oynanmalı, enerjisini atmazsa gece neler yapabileceğini siz düşünün. mesela bahçedeki hortumu çekmek, çalı çırpıyı dağıtmak, olmadık yerlere çukurlar kazmak, kedilere sataşmak, yemek kabını oradan oraya fırlatıp koşturarak sizi uykunuzdan etmek vesaire... o iyi bir bekçi köpeği, içeri girenlere ya da girmeye çalışanlara karşı direkt alarma geçer, biz de rahat bir uyku çekeriz. aynı zamanda da çok uysal biri, yabancı olmadığınızı ya da tehlikeli işler yapmadığınızı anlarsa hemen yumuşar ve soytarılaşır. yoldan geçen ve ona hayran olan, kapıdan seven hatta besleyen çok insan var. komşularımız da dahil, ona yemek getiren, onu şımartanlar çok. yani sadece bizim değil komşularımızın da dostu.

kötü huyları da yok değil. mesela çok kıskanç, kedileri çok kıskanır, sevdiğinizi gördüğünde hemen gelir ya kediyi itekler, ya sizin elinize atlar. yemeğini de asla paylaşmaz, zerre dahi olsa kedilere izin vermez. karnı tok olsa bile sırf kediler yemesin diye gidip yemek kabını siler süpürür. doğal olarak kedilere çok sataşır, bazen kedi dayanamaz ya ısırır ya da tırmalar ama bu onu daha da kamçılar. kedi ne kadar sinirlenirse bizimki o kadar çoşar. sonuçta ortaya çok komik manzaralar çıkar, sizi gülmekten kırar geçirir.
köpeğimizi seviyoruz, o artık ailemizin bir üyesi.

Pazar, Ağustos 24, 2008

güz esintisi

birkaç gün önce akşamüstü bahçede dolanırken akşamsefalarının kurumuş ama üzerinde kalmış çiçeklerini temizliyordum. birkaç gün şehrin üzerine bir pus çöktü, Antakya' nın o her zaman uğuldayan kuvvetli rüzgarı kesildi ve nem tavan yaptı. balıkların suda nasıl yaşadığını anladım az biraz, resmen su içinde yaşar gibiydik. sonra rüzgar çıktı, uğultular gelmeye başlayınca tamam dedim hava normale döndü.

ama güneşin hala tadı yoktu, esintiyle birlikte bir serinlik çökmüştü. aniden güz canlandı içimde, hele de o kurumuş çiçekleri ellerimle ezerken. sonra yeni açanlara baktım, güzde olmadığımızı fark ettim yeniden. ama sanki her şey güzü hatırlatıyordu bana, güneşin bile tadı yoktu, bir yağmur haberiydi sanki bütün bunlar.
meğer doğruymuş, nihayetinde dün yağmur yıkadı şehrin tozlu sokaklarını. önce gök gürledi sonra damlalar düşüverdi. yolları ağaçları yıkayıverdi toptan, koca bir şehir ancak bu kadar kolay temizlenebilirdi herhalde. herkes mutluydu yağmurunun yağışına, mahallede çocuklar bağrışıyordu. herkes içerilere kaçıştı, kimisi de ıslanmayı yeğledi.

gece boyunca pıtırtılarını duydum damlaların. bu sabahsa tıpkı bir güz sabahı gibi serindi, güneş bulutların ardında saklı hala.
hoşgeldin yağmur.

Cuma, Ağustos 15, 2008

sınır teli

ilk gördüğümde "bu mu sınır?" diye sormaktan kendimi alamamıştım. burası Suriye sınırı, karşı taraf bizim değil ve o bölgeler mayınlı. bir ara mayınların temizlenip tarıma açılması anlaşmasına varılmıştı ama yeni durumdan haberim yok. yol ise hemen sınırı takip ediyor burada.
sınır telini görmek çok tuhaf bir duygu, anlatmak pek kabil değil. böyle basit bir tel işte ve öteki tarafa geçmek yasak. geçsen bile sana ait değil, istediğin gibi hareket edemezsin. ne zaman düşünsem bunu, insanları ayırmanın ne garip bir dünyalık iş olduğunu hissederim ve üzülürüm. o ulaşamadığım taraftaki insanların hayatlarını çok merak ederim ama buna izin verilmez.
sınır görmediyseniz eğer, bir gün mutlaka görmelisiniz.

Çarşamba, Ağustos 06, 2008

tuhaf babalar ve geçinemeyen oğullar

sıcak ve nemli bir öğlen vaktinde dört arkadaş serin bir mekanda oturmuş sağdan soldan laflayıp buzlu kahvelerimizi yudumluyorduk. laf nereden geldiyse babalara geldi, mesele ise babalarla oğulların anlaşmazlığıydı.

babasının tayini Ankara' ya çıkan bir arkadaşımız başladı babasının son günlerdeki tuhaf hikayelerine. Ankara' da yeni eve yerleşen babası buna açıp sormuş:
-oğlum hangi odalara lamba takayım?
hakikaten tuhaf bir soru değil mi bu? lamba bütün odalara takılmaz mı yahu? hem sürekli yanmıyor ki bu lamba takınca elektrik harcasın, lazım olunca kullanırsın. arkadaşımızın delirmemesi içten bile değil, anlatırken gülmekten kırılıyoruz.
-zaten tuvalete takmasın lambayı, biz deliği tuttururuz nasıl olsa, diye espriler havada uçuşuyor.
öteki arkadaşımız bu yaz geçen yıllara nazaran babasıyla daha az kavga ettiğini anlatıp bu duruma seviniyor. kavgaların bitmesi fazla bir lütuf zaten, azalması bile şaşılacak durum. bir diğeri babasıyla muhabbetinin pek az olduğunu söylüyordu, bir çoğu gibi.

babasıyla anlaşamayan hatta babaları tuhaf olan ender insanlardan biriyim sanırdım ama benden o kadar çok varmış ki etrafımda, hem de o kadar çok ki. kavgalar bir yana dursun, babalarımızın tuhaf halleri şaşırtıcı, hele bir arkadaşımız var ki babası tuhaflık abidesi, resmen komedi. üniversitedeki arkadaşım babasının her işine karışması yüzünden artık eve sık gitmek istemiyor, ondan uzakta rahat olduğunu söylüyor.
bir gün baba olursak biz de mi tuhaflaşacağız Allah' ım diye sormadan edemiyorum kendime ve korkuyorum. ben eskiden babamla kavga ederdim ama artık haksız bile olsam sesimi çıkarmıyorum, susuyorum. böylece kavga etmiyoruz artık çok şükür.

Çarşamba, Temmuz 30, 2008

denize doğru

sahil, Akdeniz ve ötelerde heybetli Keldağı
geldiğimden beri hala denize gitmedim dersem bana inanın,evet gitmedim. geçen yaz tarlalarda yanmıştım, üstelik iki kolum da güneş yanığından su topladı, korkunçtu. ama bu yaz denizde yanmaya kararlıyım. o yüzden büyük ihtimal yarın denize doğru yola çıkıyorum.

deniz Antakya' dan ortalama 25 km ötede. biz Asi Nehri' nin açtığı vadide yaşıyoruz ve bu vadi boyunca ilerleyip denize varıyoruz. bu yemyeşil ve geniş vadi bize hem deniz yolunu açıyor çünkü bütün sahil boyunca Amanoslar uzanmış geçit vermiyor, hem de denizden nemi ve bol rüzgarı getiriyor.
bahsettiğim bu sahil dünyanın en uzun 2. sahili ve 14 km boyunca uzanıyor. eski bir antik yerleşim yerine kurulu Çevlik beldesindeki balıkçı limanından başlayıp güneyde Keldağı' na kadar kumsal hakim burada. ayrıca bu sahil caretta carettaların yuvalama yeri. bu yörede en muhteşem anlardan biri de günbatımı. denize giren güneş, kumsal ve Keldağı muhteşem bir manzaranın davetçisi.

şimdiden sabırsızlanıyorum; çünkü denizi, uzun kumsalda doyasıya yürümeyi, deniz kokusunu ve yoğun nemli havayı çok özledim. akşama doğru gidip güneş kremi almalıyım.

Pazartesi, Temmuz 21, 2008

sergüzeşt-i incir

çok değil, yalnızca bir kaç yıl öncesine kadar kaç kök incirimiz vardı bahçede. şimdi onlardan eser kalmadı galiba, bahçenin dip taraflarına pek gitmediğimden ne halde olduğunu bile bilmiyorum. o yıllarda incir mevsimi geldiğinde her akşamüstü incir toplamaya çıkardık, poşetlerle inciri doyasıya yerdik, komşulara dağıtırdık ve de güneşte kuruturduk. hatta ben bizzat kendim pazarda satmayı bile düşünmüştüm.

ne mi oldu? 2001 yılında sert bir kış hakim olurken o soğukla gelen, o güne kadar kaydedilmiş en yüksek kar yağdı Antakya' ya: 15 cm. bizler o kar sevinciyle eğlendik durduk o gün, kocaman kardanadam yaptık bahçeye, komşular da geri kalmadı katıldı bize. sadece bir günlük keyifin ardından Akdeniz yumuşak yüzünü bize tekrar gösterdi ve ertesi gün bütün kar eridi. sonra acı gerçekler çıktı gün yüzüne. o kadar karı hayatında göremeyen, narin ve toprağa sıkı tutunamayan bazı ağaçların dalları koptu ya da kökünden söküldü, bunların içinde incir de vardı.

son olarak bahçenin en uç kısmında zeytinlerin arasında sıralanan kalan incirler, bahçe etrafına duvar çekilmesiyle yıkıldı gitti. geriye o güzel akşamüstünde yediğimiz incirlerin zihinlerde anısı kaldı. bizim de komşuların da istifadesi kesildi gitti.

geçenlerde ninesi incir üreticisi arkadaşımla öğlen yemeğinde görüştük. sabah beşte incir toplamak için kalkmak zorunda olduğunu anlattı. diyor ki saat yediye kadar incirlerin toplanıp seçilip tüccara ulaştırılması gerek, yoksa o günkü ürün elinde kalır, ertesi gün o ürünü satın almazlar. üstelik bunca uğraşa emeğe rağmen yılda elimize net bin-bin beşyüz lira kadar geçer.

incir yemek için artık perşembe pazarını beklemeliyim. bolluk yılları geride kaldı bizim için. incire para vereceğimiz günler de gelecekmiş, gelmiş.

Çarşamba, Temmuz 16, 2008

akşamüstü

bahçemizdeki ağaçlar ve mahallemizin camisinin minaresi
akşama doğru evdeysem eğer, sıcak bir günün ardından o serinlikte, o efil efil esen tatlı yaz rüzgarında dışarı çıkıp mahallemi turluyorum sıklıkla. caddelerden kaçıp daha çok insan kalabalığı olan sokaklara dalıyorum ve sessizce insanları gözlüyorum. yine sandalyeler atılmış kapı önüne, muhabbetler edilip gülünüyor. çocuklar oradan oraya koşuşturuyor, yazın tadını çıkarıyorlar. çocuğun biri kendinden ufak birini kovalıyor ve tuttuğu gibi sürükleyip götürüyor. ufaklığın pis pis gülmesine bakılırsa muzip bir şeyler yapmış. sokaktaki çocuklara takılmak en büyük keyfim benim, hele de onlarla şivesel konuşup laf atmak çok zevkli.
- bre döl, gel buraya.
döl çocuk demek burada, eskiden kullanılırken şimdilerde pek yaygın değil ve "bre" seslenişi sadece Trakya' ya has değil, burada da herkesin ağzında.hem hep ben çocuklara laf atacak değilim ya, onlar da bana atar lafı. üç tane döl dizilmiş kaldırıma oturuyor.
-abi, senin sol ayağın sağ ayağını takip ediyor.
ben önce çaktırmıyorum, sonra da dönüp gülerek karşılık veriyorum, onlar da gülüyorlar.
-gız ablan gaç puan alık?
adamın biri kıza ablasının öss puanını soruyor, tam türkçesi: kız ablan kaç puan almış?
ufak bir çocuk bir şişe bulmuş kovalıyor, gülümsüyorum. yaşlı amcam da evinin bahçesinin kapısı ardına kadar dayalı köşeye sandalye atmış sokağı dikizliyor. insanlar tıpkı benim gibi bahçelerine tıkılıp kendilerini diğer insanlardan uzak tutmak istemiyor, eğer kabil olsaydı ben de bahçe kapımızın önüne atardım sandalyeyi. maalesef bahçemiz üç tarafındaki sokaklara değil de sakin caddeye bakıyor.
seviyorum capcanlı, yeşil, güzel mahallemi ve insanlarını.

Cumartesi, Temmuz 12, 2008

sarı sıcak yaz

Amik ovası' nda uzanan sarı mısır tarlaları. ovada en çok mısır, pamuk ve buğday ekilir. buğdayların hasadı çoktan bitti, şimdi mısır zamanı.
bir başka mısır tarlası daha. mısır baharda ekildiği gibi yazın da ekilebilir, ovada senede üç öğün almak mümkündür,o kadar bereketlidir bu topraklar. izlemekten en çok zevk aldığım, tarlalara en çok yakıştırdığım ürün mısır ve ayçiçeğidir.

tarlalar ve Amanos dağları. ova ve Amanoslar o kadar güzel bir ikilidir ki tarif edilmez.ikisi de buraların süsü, heybeti, anlamıdır. yazın üç büyük rengi seyredilir Hatay' da. deniz mavidir, dağlar yeşil, ova sarı.

tarlaların ötesinde uzanan dağlar Suriye' ye ait. fotoğrafı büyütünce daha iyi seçebilirsiniz. önde biçilmiş bir buğday tarlası ileride de komşu Terzihöyük köyü görünüyor.

kavruk tenli köy çocukları.ova köylerinde yaşayan bu çocukların sıcaktan tenleri koyulaşmış. tabii onlarınki oyun oynayıp derelerde yıkanmaktan yanmış. sağdaki ufaklığa "n' aber canavar?" derim, tam bir fırlamadır kendisi. bakışlarından belli olmuyor mu zaten.

Amanoslar' dan gün batarken.gün boyunca yakıp sarartan güneş şimdi bütün masumiyetiyle bize veda ediyor.ovadakiler için güneş kaybolsa da hemen arkadaki denizde o hala ışıltılarını sergilemeye devam ediyor. Amanoslar iki farklı hayatı birbirinden ayırıyor. ovada farklı bir hayat dönüyor, sahilde farklı.

işte en sevdiğim an. geniş düzlüklerin ortasında serin bir rüzgar eserken güneşin batışını seyretmek benim en büyük mutluluklarımdan biri. bu tarlalar benim hayatımın anlamı. ovanın insanı olmak başkaları tarafından zor gözükse de benim için bir şölen adeta. sarı ekinlerin ortasında dolaşmak, sıcak güneşte esmerleşmek, sesiz yaz akşamlarında toplanmak, serin rüzgarlar eserken koyu sohbetlere dalmak, binlerce yıldızı seyretmek... buğday yığınları, harman yerleri, çobanlar, traktörler, su depoları, dereler...

Pazartesi, Temmuz 07, 2008

üzüm

bu yılın ilk üzümünü geçen perşembe pazarında satın aldık ve ben de size bahçemizdeki üzümlerin son durumunu göstermek istedim. bizim üzüm ancak ağustosun ikinci yarısından sonra olur, niye diye sorarsanız ben de bilmiyorum; belki bağ üzümü değil de asma üzümü olduğundandır.
Hatay' da üzüm çok yetişir, evlerin bahçelerini, balkonları asma üzümleri süsler,hem gölge yapar hem de yemiş verir. ama bizim şehirde üzümü meşhur olan ilçe Hassa' dır, üzümü pek lezizdir.
üzümlerimiz hala koruk halindeler,bu sene epey çok verdi ağacımız. annem koruk ekşisi kaynattı bahçede, yemeklerde salatalarda kullanmak için. bu fotoğraftakiler ekşi yapıldıktan sonra kalanlar dersem ne kadar bol verdiğini anlarsınız.
üzümler olduktan sonra pekmez de yapılacak, bahçede kazanda kaynayıp leziz bir şifa olacak. eğer artarsa bir de üzüm pestili yapılacak ve hepsi kışa hazır olacak.

Pazartesi, Haziran 30, 2008

elma

hafif ekşi, sulu ve gevrek; tam da sevdiğim gibi. annemin perşembe pazarından aldığı bu senenin ilk elmasını bahçede oturmuş yerken birden geçmişe, çocukluğuma gittim ve gülümseyerek o günleri hatırladım.
memleketimden çok uzaklarda serin bir yaz günü, yer Van' ın uzak ve unutulmuş bir ilçesi. ben ortaokul çağındaydım o zamanlar. kaldığımız yerin kocaman bir bahçesi vardı, içinde de türlü meyve ağaçları, uzun dev kavak ağaçları. bahçeden uzak dağlara bakar, oraları merak eder ve çocukça hayaller kurardım. havası gündüz yirmi beş dereceyi pek geçmezdi bu diyarın ve sürekli eserdi; malum dağ havası çünkü denizden yüksekliği 2400 metreydi. kış uzun sürer, meyveler geç olgunlaşırdı. Eylül girer girmez hava soğumuştu ve biz de hemen kaçıvermiştik memleketimize.
bahçede meyve çok olunca taliplileri de çok olurdu doğal olarak. etrafın çocukları bahçeye dalar meyveleri yürütürlerdi sık sık, bize de kovalamak düşerdi tabii. bir gün yine teşebbüse yeltenirken devredeydik. sonra benim munis çocuk ruhum dayanamadı, bahçeden elma topladım ve gidip çocuklara verdim, o sahneyi hiç unutamıyorum.
bir süre sonra çocuklardan biri yanıma geldi, beni alıp götürmek istedi diğerlerinin yanına, ben ne istediklerini bilmez halde utangaç ve çekingen gittim çocukla ve biz arkadaş olduk hepsiyle. sonraki günler o kadar güzeldi ki ve ben o çocuklarla o kadar mutluydum ki...
o çocukların tertemiz kalplerini ve içtenliklerini unutmam mümkün değil. gazetenin öğleden sonra ancak geldiği, güneşin yüksek dağların ötesinde erkenden battığı, uzun ve sert kışların hüküm sürdüğü ama insanların bir o kadar da sıcak olduğu o bambaşka diyarları özlüyorum.

Salı, Haziran 24, 2008

düğün zamanı

Geçen akşamların birinde saat on civarı serinlikte biraz tur atmak için güzel mahallemi şöyle bir tura çıkayım dedim. Baktım mahallede düğün var, bir yandan çalgı döktürüyor, diğer yandan davul coşturuyor. Bizim mahalleye düğün salonu mu açılmış diye sorarken meğer düğün bir kahvehanede oluyormuş, anladım. Zaten düğünleri çok severim, oynamamak için kendimi zor tuttum, hele de çalgıya davul eşlik etmişken.

Antakya’ da yazın tam olarak geldiğini hissetmem için birçok şey var, ben de içimden onları hatıra getirip hangisinin olup hangisinin henüz olmadığını keyifle düşünmeye başladım. Mesela havalar iyice nemlenmeli, haziran biraz kuru ve serin geçer burada; sonra nemli havalar başlar ve sürekli rüzgâr eser. henüz havalar nemlenmedi o kadar. Mahalle efradı yazın sokakta oturur, kimisi kilim serer, kimisi sandalye atar, konu komşu kaynaşır, akşamları sokaklar canlıdır, millet evine tıkılıp da hangi kutuda büyük var diye merak ederek ekrana mıhlanırcasına güzel akşamını öldürmez. Sonra en önemli şey düğünlerdir, çoğu akşam bir yerlerden düğün sesleri yükselir. Düğünler coşmuşsa tam yaz moduna girilmiş demektir, cırcır böcekleri de öter oradan buradan.
Bu yaz tam dört ayrı düğüne davetliyim ben de. Bunlardan birisi köy düğünü olacak, üstelik Arap düğünü. İlk defa bir Arap düğününe gideceğim, bakalım onların adetleri nasılmış

Pazartesi, Haziran 16, 2008

çarşı

Her şehrin insan kalabalığı çarşıları vardır. Hele bir de eski şehirlerin çarşıları ayrı bir güzel olur.
Fotoğraftaki yer Antakya baharatçılar çarşısı. Asi’ nin karşı tarafında, şehrin dağ tarafına bakan eski yanında diğer çarşılarla kaynaşık bulunur bu çarşı. Kuyumcular ve ayakkabıcılar çarşısına komşudur. Şehrin bu yanına geldiğimde çoğunlukla uğrarım baharatçılara o enfes havasını çekmek için ciğerlerime. Bu çarşıların eskiye bakan hoş bir havası var. Özellikle çarşı içine yayılmış eski taş camiler ve onların bu şehre has minare yapıları arasında buralarda gezmek insana o eski atmosferi ve Anadolu kültürünü hissettirir. girip çıkana kadar ayakkabıcılar, kuyumcular, baharatçılar, bakırcılar, peynirciler, giyimciler çarşılarını sırayla gezersiniz.
Pazarlık olmazsa olmazıdır alışverişin bu diyarda. Altmış liralık ayakkabıyı, eğer iyi biliyorsanız bu işi, otuz beş kırk liraya alırsınız.
İki ana girişi var çarşının: birinden meydan çarşısı diye girilir, diğerinden de uzun çarşı diye. Güzelliklerini anlatmak kafi değil, gelip de görmek lazım bence.

Pazartesi, Haziran 09, 2008

mavi Akdeniz

İskenderun sahili
Nihayet Akdeniz’ deyim, toprağımda, diyarımda.
Nasıl ki Karadeniz deyince insanın aklına yeşil gelir, yağmur gelir, kemençe, tulum gelir; Akdeniz deyince de akla mavi gelir, güneş gelir, palmiyeler gelir. Güneydoğu’dan çıkıp da Osmaniye topraklarına vardığınız zaman önce sarı yeşile döner, sonra hava nemlenir. Artık anlamışız ki Akdeniz’ deyiz. Osmaniye’ de sokakları artık palmiyeler süsler ve bu böylece devam eder gider. Turunçgil ve zeytin bahçeleri yayılır bayırlara, ovalar beyaz gelinciklerle dolar, yani pamuklarla. Denize vardığınızda maviyi olanca güzelliğiyle seyredersiniz, güneş sımsıcak gülümsemesiyle süzülür semada.
Bana Akdeniz ruhunu en iyi hissettiren şey ise palmiyelerdir. Onların her tarafta süzüldüğünü görmek bile yeter Akdeniz’de olduğumu hissetmeye.
Akdeniz’deyken, hele de kendi şehrimdeyken huzurlu hissediyorum kendimi, rahat hissediyorum. Havasını çekmek, toprağına basmak bana mutluluk veriyor, yaşadığımı hissediyorum.
Akdenizim, Çukurovam, Antakyam.

Pazartesi, Haziran 02, 2008

son yaz

yaz kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamışken, çöl sıcakları bastırmadan Antep'ten gitmeye hazırlanırken, günlerin kimi zaman yoğun koşuşturmacası kimi zaman da serbestiyeti içinde yuvarlanırken; şimdiden bu yazın ve gelecek dönemin hatta geleceğimin planlarını kafamda tasarlamanın düşünceleri içerisinde zamanı su gibi akıtıyorum. iple çektiğim bu yaz ayında kendime yapacak bir yığın keyifli iş hazırladım. hem güzel bir şekilde dinleneceğim hem de önümüzdeki döneme sıkı bir şekilde hazırlanmış olarak Antep'e geri döneceğim. belki de bu yaz benim rahatça geçireceğim en son yaz olacak. o yüzden farklı bir tadı olacak bu yazın.

okul zamanlarında aylakça geçen güzelim yaz aylarının kıymetini bilmek isterdim. bir sona yaklaştığımdan olsa gerek, kıymetini yeni anladım. geçireceğim en son aylakça yazı aynı aylaklık ruhuyla ama önemli ve faydalı işler peşinde geçireceğim. ve bu yaz sanırım baştan sona kadar kendi evimde, Antakya'da geçireceğim en son yaz olacak.

çetin bir hayata doğru gün be gün ilerliyorum. hem heyecanlıyım hem de aylak yazlarımdan yoksun kalacağım için biraz mahzunum.

Pazartesi, Mayıs 26, 2008

yaz rüyası

yazlar en güzel taşralarda yaşanır.
güneş erkenden doğar dağların ardından. son serinliktir bu, uzun ve sıcak bir gün olacaktır.
kalkarsın miskinliği bırakıp erkenden, o serinlikte yüzünü yıkarsın bahçedeki çeşmeden.
ev kalabalıktır malum, sülaleden yakınların buluşmuştur. ev sahibi çoktan kalkar ve kahvaltı için hazırlıklara başlar. işçilerden hanımlar leziz taze ekmek pişirir tandırda ya da saçta, kokusu gelir buram buram. iki katlı evin önündeki avluya serilir uzun bir sofra. taze köy peyniri, biber kızartması, kef, katıklı ekmek, kızarmış çökelek, tuzlu yoğurt, domates, zeytin ve sıcak ekmek.
kahvaltı uzun olur, tadına doyum olmaz; çaylar dolup boşalır, yemekten sonra da devam eder. sıcak iyiden iyiye hissettirmeye başlar kendini ama ağaçlar kapatmıştır evin dört bir yanını. kimi işçilerin yanına çalışmaya gider, kimisi kalıp öğlen yemeğine hazırlığa başlar. kimisi de suya yüzmeye gider sıcaktan önce.
herkes öğlen yemeğinde buluşur, yemek biter millet mayışır. hamakları kapan kapar, kapamayan içeri geçer. avlunun bir köşesinden türküler çalar sıcak öğleden sonrasının sessizliğinde. uzaktan kubağaların sesi yankılanır, sineklerin vızıltısı, cırcır böceklerinin çığırtısı duyulur. herkes serinliği beklemektedir.
akşama doğru hoş bir esinti çıkar, tam da çay vaktidir. güzel sohbetler edilir, sonra akşama hazırlık başlar. güneş batmaya yakın suya yüzmeye gidilir, martlıların akşam ziyafeti seyredilir. sandalla akşam sefası yapılır, suda taş sektirilir.
yaz akşamları başkadır, avluda yemek yenir. eğlenceli sohbetler edilir, işçiler de bizimledir. oyunlar oynanır, çoşulur da silah bile sıkılır.
terasa uzun yataklar serilir, kadınlar ve çocuklar birlikte yatar. o yastık muhabbetleri ve kahkaha krizleri ne güzeldir. binlerce yıldızı seyrederek uykuya dalınır.
yazlar ne güzeldir, hele de taşradaysan.

Cumartesi, Mayıs 10, 2008

yeniden

özlemişim...
doya doya gülüp sohbet etmeyi, şaka yapmayı, sokaklarda yürümeyi, acıkmayı, akşam yemeklerinden sonra iki bardak Seylan çayını...
bir haftadır bağırsaklarımda illet olan mikrop beni yatağa mahkum edip hayattan kopardı, şimdi kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyorum. hala kaç günlük sakalımı kesmedim, arkadaşım beni ilk defa tıraşsız gördüğünü bile söyledi. öylesine sancılar çektim ki ve o kadar çok uyudum ki yatağa girmeye tahammülüm kalmamıştı.

yolları bile özlemişim, giderken fark ettim.
sanki uzun bir ayrılık olmuş gibi özlemle baktım topraklara, yeşilliklere. minibüse iki takım elbiseli bindi, gayet şık ve bakımlı. hastalıktan yeni çıkmış halimle kendimi en sıradan insan gibi hissettim, hoşuma gitti birden. Hassa' da indim, hava gülümsüyordu bana, her yerde kuş cıvıltıları. Hatay' ın en şirin, en sevdiğim ilçelerinden birisinde, sakin ve şirin merkez caddesi Hürriyet' ten çıktım yukarıya. solunda bir sokakta pazar kurulmuştu, girip şöyle bir göz attım. yenidünya, çilek, erik... salatalık kırk kuruş. üzüm bağlarıya meşhur bu ilçeden ailemle geçerken durup üzüm aldığımız gün geldi aklıma, tam da mevsimiydi. şimdi olsa götürürdüm anneme dedim.
Maraş' tan gelen otobüse atladım, güzelim üzüm bağlarını seyrettim; bir ara sağnak dokundu dallarına. iki tane turist bindi Kırıkhan' da. onların yanında hepimiz tam bir Anadolulu' yduk.

dün gece bol sağanaklar yıkadı Antakya' yı, şimşekler, gök gürültüleri. öylesine özlemiştim ki bu havayı.
yeniden doğmuş gibiyim şimdi, özemişim yaşamayı. en çok da yağmurları, sağnakları. sırf onun için bile, bu dünyada yaşamaya değer herhalde.

Pazar, Nisan 27, 2008

anı iskeletleri

hayat bir ayrılıktı, bir kaybediş.
biz yaşadığımız, gördüğümüz halde farkına varamadık hiçbir şeyin, bakarkördük hepimiz.
bir ayrılıktır hep yaşadık, yaşıyoruz ve yaşayacağız da.
şarkılar bize ayrılığı anlattı hep; kitaplar ayrılığı, sonbahar ayrılığı... toprak, yeryüzü, gökyüzü...
bakarkördük hepimiz.
öyle tokatlar yedim ki, kendime geldim; kurtuldum bu körlükten, uyuşmuşluktan. baktım dünyaya, hayatıma, yaşadıklarıma.
anneannem. canım anneannemin mahallesine gittim uzun aradan sonra. belki orada doğmadım ama çocukluğumun bir kısmı geçti orada. her şey o kadar değişmişti ki, kurtulduğum bakarkörlüğüm bana çok şeyi göstermemiş. yeşil kalmamış, her yer apartmanlarla dolmuş. halbuki o apartmanların yerlerinde kocaman bahçeli kerpiç evler vardı. anneannemin güzel komşuları yaşardı oralarda.
bahçesindeki kızılcıkları yediğimiz, kapısını çalıp şeker istediğimiz, dut mevsiminde sevinçle gidip ağaçlarına dadandığımız, büyüklerimiz erişte kesip salça yaparken onlara yardım ettiğimiz, saçta ekmek yaparlarken imrenip bizim de küçük ekmekler açıp pişirip yiyerek mutlu olduğumuz, bulgur yapmak için kazanlarda buğday kaynattığımız, balık tutmaya giderken solucan topladığımız... o güzel insanlar, güzel komşular, o güzel bahçeler.
kimisi hala var o insanların, kimisi de yok. ama yaşadığımız güzel şeylerin hiçbirisi yok artık. güzel anneannem hala aynı mahallede, geriye kalan bir iki eski komşusuyla beraber.
geriye kalan sadece anı iskeletleri.
bense mutluyum; yemyeşil mahallem, sıcak insanlar, sımsıkı komşuluklar. yaşadığım o güzellikleri kaybetmek bana hüzün verse de, şimdi sahip olduklarım onları hiç aklıma getirmiyor. hiçbirini kaybetmek istemezdim elbet ama zaten...
hayat hep bir ayrılıktı, bir kaybediş.

Salı, Nisan 15, 2008

Adana'nın yolları taştan

pazar günü Adana kaçamağı yaptık, haftasonları bir yerlere gitmek artık adet oldu bende. sabah sekiz buçuk gibi yola çıktık ve on bir gibi oradaydık.
kuzey yolundan Adana'ya girdik ve bizi ilk olarak Seyhan Nehri karşıladı. bunca yıldır bu civarlarda yaşadığım halde daha önceden hiç gitmediğim için dikkatle izlemeye başladım etrafı. sola dönüp nehir boyu giden bir yola girdik. inanılmaz güzellikte bir yerdi burası, solunda nehir sağında evler ve her yer bol palmiye olmak üzere yemyeşildi. ah çektim içimden, işte Akdeniz bu. ne zaman palmiye görsem kendimden geçerim. ne kadar da yakışıyor her yere, bu güzellikleri görünce aklıma Antep geldi, ben Akdeniz' siz yapamam dedim.
Adana'nın meşhur Sabancı Camiisi ve etrafındaki parklar o kadar güzel bir görüntüydü ki gitmek istemezdiniz oradan. pazar olması ve havanın da sıcak olması münasebetiyle cıvıl cıvıldı her bir köşe. fıskiyelerden fışkıran sular o kadar çoktu ki anlatılmaz.
Adana'nın eski çarşısına gittik, o civarları pek sevmedim çünkü eski yapılar olması itibariyle çirkinlerdi ve o civarda her yer Adana kebabı kokuyordu:) şalgam da içmedim çünkü sevmiyorum. ama içli köfte çok güzeldi, hoş o pek Adana'ya has değil ama neyse.
çok park gördüm, her yer yemyeşil ama dikkatimi çeken bir çarpıklık bazı yerlerde modern yapılarla çarpık kentleşmenin içiçe olması.
her şeye rağmen çok güzel bir şehir ama çok da sıcak; bunaltıcı bir hava vardı o gün.hasılıkelam ben Adana' yı sevdim, yine gideceğim.

Pazar, Nisan 06, 2008

halim vaktim

bende Mecnun'dan füzun aşıklık istidadı var
aşık-ı sadık benim, Mecnun'un ancak adı var
bugünlerde deli gibi kitap okumaya daldım. divan edebiyatına merak saldım, Fuzuli'den beyitler ezberlemeye başladım. o kadar merak ki eski alfabeyi öğrenip elyazmalarını okuyabilmeyi ve sağa sola kendi elyazımla beyitleri karalayabilmeyi hayal ediyorum.

baharı arzu ettiğim gibi yaşayamamaktan dertlendim.doğru düzgün yağmur görememekten,şimşeklerle yıkanan pencerelerimi seyredememekten muzdaribim.kara bulutlar çöksün, yağmur yağsın günlerce,olmaz mı...kendimi melankolik şarkılara attım böylece.mesela şu şarkı iyi gider:

Salı, Nisan 01, 2008

değişen Ankara

bu Ankara gezisini anlatmak için nereden başlamam gerekiyor emin değilim; en iyisi ilk gözüme çarpanlardan başlamak ve devam ettirmek.

pahalılık.ben Ankara'dayken de bu şehir pahalıydı ama bu kadar da değildi. ben pahalı bile demiyordum bu şehre, gerektiği gibi diyordum. ama en son yazın gittiğimden bu yana ne kadar değişiklik olmuş şok oldum. sonra dedim ki kendi kendime, iyi ki burada kalmadım.
modernizm. Ankara mahallelerinin sevdiğim bir tarafı çok katlı yapıların azlığı, nitekim en fazla üç kat olan evler benim çok hoşuma gider. öte yandan iş merekezlerinin olduğu bölgelerde ciddi bir modern yapılaşma gözledim, gökdelen tarzı, "uçuk" diye tabir ettiğim yapıların temelleri hızla atılıyor Ankara'da. yakında kendimi Japonya'da falan hissedebilirim.
insanlar.Kızılay da mağazanın birinin önünde durup geleni geçeni şöyle bir gözlemledim, karşıma çıkan tiplerin çeşitliliği beni düşündürdü. insanların robot gibi dolaşması, çıkarcılığın artması, mutsuzluğun çoğalması... kendime burası Türkiye mi, bu insanlar Anadolu insanı mı diye sormadan edemedim.
dostlarım. onları yeniden görmek çok ama çok güzeldi. sadece üç güne sığdırabildiğim gezim herkesi görmeme yetmedi. onların sıcaklığı olmasa bu soğuk ve kasvetli Ankara çekilmezdi.

Ankara olması gerektiği gibi değil maalesef. bize bırakılan yarınların içinde Ankara böyle olmamalıydı.benim yaşamak istediğim Ankara böyle olmamalıydı.

Salı, Mart 25, 2008

Ankara yolcusu

günler durmaksızın geçiyor gidiyor,bahar da iyiden iyiye geldi.yoğun günlerin arasında ben küçük bir kaçamak yapmak arzusu ile perşembe günü (o günü sabırsızlıkla beklemekteyim.) Ankara'ya kaçıyorum. arkadaşlarımı, dostlarımı çok özledim.bol fotoğraf ve havadis getirmek arzusundayım.

Pazar, Mart 16, 2008

su zeyti

zeytini anlatmaya tarifler yetmez benim hayatımda. o benim için çok özel bir nimettir bu dünyada. kendisi ayrı bir lezzet, yağı ayrı bir dünya, çekirdeği dahi ziyan olmayacak derecede önemli.
nasıl Karadenizliler için hamsi varsa biz Akdenizliler için de zeytinyağı hayatımızın vazgeçilmezi. vazgeçilmez olanın en iyisini elde etmek de bizim işimiz doğal olarak. başka Akdeniz memleketlerini bilmem ama bizim zeytinyağını en halis haliyle elde etmek için kullandığımız bir yol var, işte bu yolla elde ettiğimiz zeytinyağına biz "su zeyti" ya da "su zeytinyağı" diyoruz. niye mi?
önce zeytinleri toplarız, sonra özel bir ezme aleti olan "dibek" e zeytinleri dökeriz. dibek her şeyi taştan olan bir ezme aleti, basit bir alettir ama iyi çalışır, bir nevi değirmen gibidir ama genişliği bir kuyu ağzının genişliği kadardır ve içi çukurluk değildir, üstüne zeytinleri döküp ortasındaki ezmeye yarayacak taş kısmı bir at, eşek vb. hayvanla döndürürüz. sonra ezilen zeytinleri bir küçük havuza dökeriz, içine de kaynar suyu ekleriz. sıcak su ve püre zeytin birlikte karışır ve bulamaç haline gelecek şekilde yoğrulur. sonra hanımlar elleriyle avuç avuç alıp sıkmaya başlarlar bulamacı, neticede havuzda sadece zeytinyağı ve su kalır ve malumdur ki zeytinyağı üste çıkar.üstteki zeytinyağı alınır ve mis gibi leziz bir yağ elde edilir.

iki yolla saf zeytinyağı elde ederiz Hatay'da: biri fabrikada preslenmiş yol biri de bu yol. fabrikasyon zeytinyağlarından çok farklı şekilde özel bir tadı vardır su zeytinin, bütün doğallığıyla soframızdadır, en halis altın sarısı haliyle. içine emek de girmiştir,onun kattığı lezzet de ihmal edilemeyecek derecededir. zaten marketlerdeki rafine yağlara hiç yanaşmayız biz; zeytinyağının hasından, lezzetinden eser yoktur onlarda.
bir gün mutlaka su zeytini tatmanız gerek, ama önce bu büyük nimeti sevmeniz gerek.

Pazar, Mart 02, 2008

aşkım bahar

bu ağacın ilginç bir özelliği var;yapraklarını güzün dökmez,baharda hem yenilerini verir hem de eski olanları döker.
defne ağacı ve çiçeğinin tomurcukları.
yenidünya ağacı ve taze yaprakları
baharın habercisi mis kokulu nergis çiçeği
sarı,eflatun ve beyaz renkte kır çiçekleri