Perşembe, Ağustos 25, 2005

bir hikaye...

günler çabuk geçeceğe benzemiyordu dersler başladığında. sıkıcı geçecek ilk haftayı sağda solda gezinerek, biraz da kitap karıştırarak geçirecekti. sınıfındaki insanları henüz tam olarak tanımıyordu; kimisiyle tanışmış, kaynaşmıştı; kimisi sadece selam veriyordu; kimisinin de varlığından haberi yoktu. biten bir günün ardından sınıftan çıkmadan yanındaki arkadaşına yarınki dersleri sordu ama o da bilmiyordu. o esnada yanından geçen öğrencinin kolunu tuttu, yüzüne baktı, daha önce hiç görmemişti onu. sordu yarınki dersleri kolunu bırakmadan; cevabını aldıktan sonra teşekkür etti ve bıraktı kolunu; o ise yoluna devam etti. gözlerinin içi gülüyordu kendisine bakarken; yeşildi gözleri, yemyeşil. gözden kaybolana kadar baktı ona, etkilenmişti sanki, bilmiyordu.
ertesi gün, anlamadığı bir şekilde gözleri onu aradı sınıfta. onu izlemek, gözlerine bakmak hoşuna gidiyordu. o gün bittiğinde hala aklındaydı, anlamıştı artık ondan hoşlandığını. ama hiç umutlanmadı, üzerinde de fazla düşünmedi. o hafta bittiğinde bir iki kez daha konuşmuş, göz göze gelmişlerdi. hafta sonu sıklıkla düşündü yaşadıklarını. birkaç gün içinde hızla büyümüştü ona beslediği duyguları; hafta başını bekleyip durdu tekrar görebilmek için.
o gün geldiğinde, sınıfa geçmişti öğrenciler ama öğretmen gelmemişti henüz. önündeki sırada oturuyordu, kendisi de bir yandan onu gözlüyor, bir yandan da arkadaşıyla konuşuyordu. birden arkasına döndü, gülümseyen gözlerle kendisine baktı, hiçbir şey söylemedi. o da hiç çekinmeden ona baktı, yürek atışları hızlanmış, içini tatlı bir duygu kaplamıştı ve saniyeler geçtikçe daha bir haz veriyordu bu duygu. önüne döndüğünde kendisine nedensiz olarak dönüp bakması o kadar hoşuna gitmişti ki... artık bir şeyler hissedebiliyordu; düşünüyordu, acaba o da mı... yoksa neden sebepsiz baksın ki diye düşündü. o gün hep bu anı hayal etti, o hazzı tekrar anımsadı, o kadar güzeldi ki.
günler geçiyordu, artık daha bir yakındılar birbirlerine; göz göze gelmek ikisini de korkutuyordu, bunu o kadar iyi anlıyordu ki. kendisine bakmıyordu; çünkü bakamıyordu, bunu biliyordu. hiçbir şey sormuyordu, bir şey istemiyordu; sebebi buydu işte. aynı şeyleri kendisi de yapamıyordu. artık onun önünde oturuyordu ve arkasını dönemiyordu, dönse de bakamıyordu yüzüne, ama onun kendisine baktığını görebiliyordu. bu onu o kadar mutlu ediyordu ki...
yine de birbirlerine bakma arzusuyla çırpınıyorlardı ikisi de. arkadan ona seslenip kitap, defter istiyordu; sırf yüzünü görebilmek için. aslında ihtiyacı yoktu, şöyle bir göz atıp bakıyormuş gibi yapıyor ve tekrar veriyordu aldığı şeyi; o da tekrar yüzünü göreceği için sevinçle alıyordu ellerinden.
bir gün sırf ellerini tutmak, sıcaklığını hissetmek için anlamsız bir bahaneyle ellerini sıktı; o an yüreğindeki hazzı anlatabilmesi mümkün değildi. o sıcaklığı hala hissedebiliyordu yüreğinde o anı düşünürken. her şey açıktı, seviyordu, çok seviyordu. o da onu çok seviyordu, belki de kendinden daha fazla. madem böyleydi, söylemeliydi artık, bunun zamanı gelmişti. söylemekten çekinmiyordu, o cesareti kendinde bulabiliyordu. ama nasıl söyleyecekti?

günler hızla geçerken, o da bunun planlarını kuruyordu; bir an önce söylemek istiyordu. ama hep bir engel çıkıyordu, ağır dersler, zor sınavlar... bunlar engel olmamalıydı aslında; ama derslerini geçmeliydi, iyi bir dereceyle hem de.bunu geleceği için şart koşuyordu ve belki de ikisinin geleceği için ilerlemeli, yükselmeliydi.
birinci sınıf bitti bu düşüncelerle. zaman zaman öyle anlar oldu, onun yokluğuyla kıvrandı, acı çekti; ama her şeye rağmen direndi. artık direnecek gücünün kalmadığını anlamıştı. yapması gerekeni biliyordu. telefonunu bir türlü isteyememişti, korkmuştu bundan. ne o, ne de kendi cesaret edebilmişti bunu yapmaya. arkadaşından aldı numarasını; ama arayamadı, mesaj gönderdi. iki gün sonra bir daha, sonra bir daha, sonra bir daha... bir şeyler ima ediyordu bu mesajlarda; ondan cevap gelmedi ve üzülmedi bu duruma; çünkü kendisi de aynını yapardı yerinde olsaydı. artık sıkılmıştı, gönderdi mesajı, apaçık söyledi onu sevdiğini ve heyecanla bekledi; bu defa cevap alacaktı,kesin. telefonu çaldı, arayan oydu; kalbi hızla çarpıyordu, korkuyordu; ya tam tersi olursa! açmayacak, açamayacaktı; meşgule düşürmeye karar verdiği sırada telefon tamamıyla kapandı, şarjı bitmişti! aceleyle tekrar açtı, şarj aletini taktı ve bekledi, bekledi...
cevap gelmemişti...
kendi hatası değildi bu, telefonun suçuydu; kendi meşgule düşürse çok pişman olacaktı ama öyle değildi ki, kaderin bir oyunu muydu bu?
o günden sonra hep bekledi, on gün oldu, sonra on beş, sonra...
artık ümidi kesmişti, yapacağı tek şey beklemek, okul açıldığında tekrar görebilmekti onu. ama olmadı, göremedi onu ilk hafta. ümitsizliğe kapılmadı; çünkü gelecekti biliyordu, gelmeliydi, olamazdı aksi bir şey. ama olmuştu bile, okuldan ayrılmıştı. neden diye sordu kendine günlerce, neden gitti?
hepsi onun hatasıydı, her şey. halbuki böyle olmayabilirdi, söyleyebilirdi ona her şeyi zamanında. yapmamıştı, hepsi kendi suçuydu ve şimdi bu suçlarının cezasını çekecekti.
hayat çok acımasız davranmıştı ona, hatasının bedelini çok ağır ödetmişti. şimdi onsuzdu ve yapabileceği tek şey beklemekti, yine beklemek.
hep beklemek...

5 yorum:

doli incapax dedi ki...

Carpe diem!!!
Hayatının tek nano saniyesini bile pişmanlıkla geçirme...

geven dedi ki...

ah.. okul hezeyanları tabi ya..

akıcı yazmışsın, tebrik.

Murat Artan dedi ki...

gawain, teşekkürler. aceleye geldi biraz,üstünde inceleme yapmadan yayınladım.normalde bu hikayeyi sayfalar dolusu ruh tahlilleriyle bezerdim ama...

doli,şu yabancı cümlenin anlamı mı yazdığın? eğer öyleyse çok sağol,bayğı bir kısa,bundan sonra kullanırım:)

doli incapax dedi ki...

Carpe diem, anı yaşa demek; latince.

doli incapax dedi ki...

Aslında tam çevirisi günü yakala imiş, ben de şimdi merak edip baktım, anı yakala daha uygun yine de bence.