Cuma, Nisan 28, 2006

dargın değilim

bir şarkı var, daha doğrusu şarkı değil bir enstrumental müzik. dinleyince aklıma hep eski günlerdeki hatıralarım gelir, üzülürüm bazen, bazen de içlenirim.
işte o şarkının, pardon müziğin ismi "dargın değilim".

şarkı burada.
dinlerken ne hissettiğinizi benimle paylaşırsanız sevinirim.
iyi haftasonları.
iyi geceler.

Perşembe, Nisan 27, 2006

sınır

serin ve ıslak bir bahar sabahı saat on bir. yağmur yağmıyor ama şemsiyemi kaptığım gibi sokağa atıyorum kendimi. arkadaşımla buluşuyoruz ve sonra yürüyerek minibüs duraklarına yakın bir yere gelip bekliyoruz. günlerden pazar, hava bozuk, malum yolcu olmayınca bekle dur. sonunda geliyor minibüs, atlıyoruz, istikamet bir sınır kentine.

kente varıncaya kadar her zamanki gibi yolcu inip biniyor, inip biniyor. bir adam oturuyor yakınıma, nahoş kokular geliyor, ekşitmiyorum suratımı, kapamıyorum burnumu. aklıma “Ah Kalbim” filmi geliyor, şemsiye filmi diyorum ben ona. içinde koyun ve tavuğun olduğu otobüs geliyor aklıma, sağa sola bakıyorum üstelik, var mı acaba bu tür bir şey diye.
sonra bir kadın biniyor, incecik dal gibi. bir oğlu var, bir kızı, bir de kucağında bebeği. düşünüyorum, kim bilir daha kaç tane doğuracaktır bu kadın, şu yaşında üç taneyse… oğlan kusuyor sonra minibüse, kadın telaşlanıyor, millet şikayete başlıyor, ister istemez yüzümü ekşitiyorum ama yadırgamıyorum hiçbir şeyi.
etraf dümdüz, buğdaylar başak verecek kadar büyümüş, her taraf yemyeşil.
bir yerde toplu lojmanlar gibi duran aynı tip bir sürü ev yolun solunda sıralanıyor. arkadaşım, zamanında buraya Türklerin getirilip yerleştirildiğini anlatıyor. o zamanlar Araplar çoğunluktaymış o kesimlerde.
önce yakınlarda bir tel örgü görüyorum, sonra o tel örgüye gittikçe yaklaşıyoruz, yaklaşıyoruz ve sonunda hemen dibinde bitiyoruz, yol o tellere paralel ilerliyor.birinin ya da bir devlet kurumunun arazisi diye düşünüyorum önce. arkadaşım “işte sınır” deyince inanmıyorum, böyle sınır mı olur diyorum, hem sınır telinin dibinde yol mu olur, sınır teli böyle ince küçük bir şey mi olur, hani mayınlı arazi?
düşündüğüm, öyle tahmin ettiğim hiçbir şeye benzemiyor. sadece boyu benim kadar spiral şekilde bir tel örgü. telin hemen solunda yol. sınırın öteki tarafı Suriye. mayınlı arazi Suriye tarafındaymış. biraz sonra sınır karakolunun nöbetçi kulesini görüyorum, sonra da karşı taraftaki sınır köylerini.
şaşırıyorum gördüklerime, sınır sadece düz ve spiral tellerden ibaret, koskoca ülke sınırı. “bütün her şey bu incecik tel için mi? “ diye soruyorum kendime, garipsiyorum, yadırgıyorum ve üzülüyorum.
şimdi Türkiye’deyim, bir adım atsam Suriye’de olacağım, işte her şey bu kadar basit.

eğer sınır görmediyseniz, bir gün mutlaka gidip görün. öyle gümrük kapısı falan da değil, işte böyle tellerin dibine kadar gidin ve görün hayatın işte bu bir adım kadar basit ve boş olduğunu.
sonra oturun bir daha izleyin Propaganda filmini. işte o zaman her şeyi çok daha iyi anlayacaksınız.

Salı, Nisan 25, 2006

ya siz?

soğuk bir kış gecesi...dışarıda derin bir sessizlik...
kuru bir ayaz ya da lapa lapa yağan bir kar... odada yalnız ben, pencerenin hemen yanında...
sadece sokak lambalarının yansıyan ışığında bir fincan sıcak çay ve Radiohead melodileri.

ya da ılık bir bahar gecesi...
dışarıda bazen şiddetli, bazen usulca yağan yağmur...
ya da açık bulutsuz bir gökyüzü ve yeni canlanan haşeratın, belki uğursuz kuşun gece serenatı...
çakan şimşekle aydınlanan ya da yıldızların ve ayın ışığıyla yıkanan odada Radiohead melodileri.

en çok da sıcak bir yaz gecesi... tıngır mıngır eski bir mercedes araba... ve bomboş sokaklar...
ya da bir bozkırın ortasında bozuk tali bir yol... ve cırcır böceği cıvıltılarıyla Radiohead melodileri.

ya siz?
siz, müziğiyle kimin size eşlik etmesini isterdiniz?

Cuma, Nisan 21, 2006

künefe

geçen gün kocaman bir dilim künefeyi mideye indirirken aklıma diyet yapan kadınlar geldi. tatlı sevmeyen çok az insan vardır herhalde, düşünün ki önünüze koydular bir tabak peynirli künefe, hadi abartmayalım kaymak da olmasın üstünde... kimin iştahı kabarmaz ki...
kendimi o diyet yapan kadınların yerine koydum:
akşam yemeği yemem, yarın daha çok spor yapar farkı kapatırım, hatta yarın akşamki yemeği de unutabilirim gibisinden düşünüp içleri gitse de tatlıyı mideye indirmeler. sonra bu leziz tatlıyı yiyebilmenin verdiği hoşnutluk ve diyeti bozmak adına da bir pişmanlık... aman olan oldu diyerekten de olayı kapatıp unutmalar...
ertesi günü daha fazla yapılan spor, sonra spordan kaynaklanan bir yorgunluk ve onun getirdiği açlık, çok yoruldum sonra hasta olurum diyerekten yine yemek yemeler... bu böyle gider.

bunca sıkıntı varken kadınların bir de üstüne hayattaki en güzel şey olan yemek yemekten mahrum kalmaları fena bir şey, hem de çok fena.
meğer kadın olmak ne zormuş...

Perşembe, Nisan 20, 2006

süper star

Sibel Tüzün'ün Eurovision şarkısını kimse beğenmiyor ama ben beğendim. güzel, eğlenceli, hareketli bir şarkı bence. Eurovision' da yarışacak kadar kaliteli değil kabul ediyorum ama iğrenç, berbat, felaket vb. türü ithamları da hak etmeyen bir şarkı.
buradan şarkıyı ücretsiz olarak indirdim ve tekrar tekrar da dinliyorum. şarkının ingilizce remix versiyonu çok güzel olmuş, en çok da onu sevdim.
belki iyi bir derece almayacak ama bu iş Sibel Tüzün için iyi bir reklam aracı oldu. nitekim yakında yeni albümü de çıkıyormuş. eskiden şarkılarını dinlerdim ama kendisini pek tanımazdım. şimdi gerçekten çok sevdim ben onu, bence süper star olabilecek bir bayan kendileri.

umarım başarılı olur, hiç yoktan ilk beşe girer diyorum. belki sürpriz yapar ikinci falan olur, hepimiz şaşar kalırız, ne dersiniz? malum, zamanında çok bilmiş eleştirmenler "every way that i can" i de yerden yere vurmuşlardı ama birinci olmuştu şarkımız.

Çarşamba, Nisan 19, 2006

rekabet

ben ilkokuldayken biz öğrencilere fındık, bisküvi, meyve suyu falan dağıtırlardı. bunların dağıtıldığı gün biz öğrencilerin keyfine diyecek olmazdı, hepimiz o kadar sevinirdik ki, afiyetle yerdik onları. sonra da keşke bir tane daha alabilsem diye iç geçirirdik. ben en çok da fındığa sevinirdim, bayıla bayıla yerdim hepsini. annem “yeme, bana getir ki sana pasta yapayım” derdi, kimi zaman yerdim, kimi zaman büyük bir iradeyle yemez, eve götürürdüm. herhalde fındıklı pasta fikri daha cazip gelirdi bana. annemin niye böyle yaptığını da anlamazdım, halbuki marketten de alıp yapabilirdi. yine de yemeyip götürdüğüm günler olmuştu, sırf annem istediği için yapmıştım bunu belki de ama benim olan fındıkla yapılan pasta daha bir başka görünürdü gözümde.
ilkokul öğretmenimiz sınıf başkanını yazılı notuna göre belirlerdi. ilk beş kişi her biri bir gün olmak üzere sınıf başkanlığı yapardı. ilk başkanlığı yapan ben olurdum; çünkü en yüksek notu genellikle ben alırdım. bir günlük başkanlık beni hiçbir zaman tatmin etmezdi, halbuki hep ben olmalıydım başkan, çünkü en yüksek notu ben almıştım. kızardım içten içe öğretmenime; ama böyle yapmasaydı da hep ben başkan olacağım için öteki arkadaşlarım bu gurur verici işi ( o zamanlar böyle düşünürdük) yapamayacaklardı. bunu sonradan anladım.

ortaokulda sık sık başkan oldum ama hiçbirinden keyif alamadım ilkokuldaki gibi. artık benim için bir anlamı kalmamıştı bu işin, çünkü rekabet yoktu, çaba yoktu; kimse başkan olacağım diye derslere asılmıyordu. başkanlığı bırakmak istediğimi defalarca söylemiştim sorumlu öğretmenime ama bu işi en iyi benim ve partnerimin yapabileceğini söyleyerek izin vermemişti buna.
İstediğim mevkii kolayca elde etmiştim ama artık bir özelliği, bir anlamı kalmamıştı benim için. çok aradım ilkokuldaki rekabeti. kızdığım öğretmenim aslında ne kadar iyi bir iş yapmıştı da bunun yeni farkına varmıştım.
mutlu olmak için gerekli anahtarlardan birisi de buydu: rekabet.

Salı, Nisan 18, 2006

amaç-çaba-zafer

bir insan istediği bir şeyi emek harcamadan elde ederse elde ettiği şeyden ne kadar zevk alabilir?
emek, bir şeyi değerli kılar, ona ulaşmak için çaba harcamışsınızdır, elinize geçince de asla kaybetmek istemezsiniz, verdiği mutluluk ise tartışılmazdır.
ve kutsaldır o şey artık.

düşünün ki bir petrol zengini sultanın oğlu ya da kızısınız ve tartışılmayacak kadar güzel ya da yakışıklısınız. İstediğiniz her şeye sahipsiniz ve hoşlandığınız bir insan tereddütsüz sizin eşiniz olmaya hazır.
bir zaman sonra hayat sıkıcı olmaya başlamaz mı?
belki elde ettiğiniz şeyler bir süre size mutluluk verecektir ama ya sonra?
sonra o da yetmeyecektir, siz daha isteyeceksinizdir ve sonra dahası da yetmeyecektir. bir zaman gelecek, hayat artık çekilmez olacaktır.
mutluluk vermiş olsa bile, kolay kazanılmış olan bir şey olduğu için, sizin için hiçbir kutsallığı olmadığı için, verdiği haz bile emeğin karşılığı sonucu elde ettiğiniz hazza yetişemeyecektir ve siz bu hazzın büyüklüğünü hiçbir zaman anlayamayacaksınızdır.

çalışmak, çaba sarf etmek de kutsaldır. ve emeğiniz hiçbir zaman boşa gitmeyecektir. belki ulaşmak istediğiniz yolda harcadığınız emek, sonuç getirmeyecektir ama bir gün, bir yerde, başka bir şekilde karşılığı size peşin peşin ödenecektir.

Pazartesi, Nisan 17, 2006

eğlencelik (!) bir olay

geçen cuma AÜ Ziraat Fakültesi'nde 2. Cansuyu Bayramı vardı. şenlik sırasında kampusta olaylar çıkmış, dışarıdan bir grup okulu basmış falan. ben o sırada arkadaşımı aradım, olaylardan ve nerede olduğundan da haberim yok. " şu anda nerdeyim biliyor musun?" diye sordu, gürültüden anlaşamadık ve telefon kapandı. ben herhalde tenha bir yere gidip beni arayacak diye düşünürken bir saat geçti, beni aradı ve durumu anlattı. " okulu bastılar, telefonu kapadığım gibi kaçtım, kusura bakma." derken ben gülmeye başladım. "keşke ben de orada olsaydım, birlikte kaçardık!" diye keyifleniyordum. şimdi okul kantininde olduklarını, polisin dışarı çıkarmadığını söyledi, ben de " yoksa tuvalete mi saklandın, ben olsam en üst kata çıkar, millete nanik yapardım" diye eğleniyordum. o da bana " macera yaşamak istiyorsan buraya gel!" diyerek gülmeye başladı ve sihirli kelimeyi söylemiş oldu.
vaziyet çok kötü elbette, bir bayram günü, millet konsere gelmiş ve olay çıkıyor, benim aklımsa macerada. birine bir şey olsa ya da benim başıma bir şey gelse böyle konuşamayacağım tabii ama huyum kurusun, kötü şeylerden bile kendime eğlence çıkarabiliyorum. doğru mu yanlış mı bilmiyorum ama içimden böyle geliyor, böyle yapıyorum.hem yalnız ben değilim bunu yapan. ben eğleniyorum ama başkaları bu işe ne der, işte onu da bilmiyorum.

Cuma, Nisan 14, 2006

içimizde bir yer

gökyüzü karanlık ve yıldızlar parlıyor.
ruhumuz karanlık ve iyiliklerimiz mi parlıyor, yoksa geniş bir iyiliğin içinde kristal iğneler gibi parıldayanlar kötülüklerimiz mi?
sonsuz, sessiz ve geniş bir iyiliğin içine mi yerleştirilmiş kötülüklerimiz, yoksa sonsuz kötülüğün içinde parlayan ışık vahaları mı iyiliklerimiz?
ve biz bunlardan hangisini isteriz?
iyiliklerimizin parıldamasını mı, yoksa kötülüklerimizin parıldamasını mı?

bu kitabı okuyun, içinde kendi hayatınıza dair bir çok şeyi bulacaksınız.
ve çözemediğiniz bir çok sorunun cevabını.

Perşembe, Nisan 13, 2006

mavra!

bugünü okuma günü ilan ettim kendi kendime. dedim ki yeter artık bitireceğim şu biriken kitaplarımı. oturdum, biraz okudum geri kalktım, dolandım, dolandım, sonra yine oturdum, sonra yine dolandım, dolandım…
sokak kedisini sevdim ellerimle mıncıklaya mıncıklaya. o kendinden geçmiş halde baygın baygın bana bakarken aklıma evimizin bir alt sokağındaki köpek geldi.
ne zaman o sokaktan geçsem o çok güzel evin çok güzel bahçesindeki sevimli köpeği yanıma çağırır, demir kapının parmaklıklarının arasından sever, okşardım keyifle. o da dilini çıkarır malum köpek solumasını yapardı.
bir gün yine çağırmıştım onu, geldi yanıma, ben onu severken o benden vazgeçti ve o esnada sokaktan geçen bir köpeği süzmeye başladı. anladım hemen, dişiydi o köpek, kuyruk sallıyordu buna, bu da coşmuştu tabii.
ondan sonra çağırmadım o köpeği yanıma, sevmedim onu bir daha.
bıraktım kediyi sevmeyi.
siren sesi geliyordu yakınlardan, ne ambulans ne itfaiye, hiçbir şeye benzetemedim sesini.
gittim biraz daha okudum kitap, sonunda bitirdim.
yine siren sesi geliyordu yakınlardan, bu sefer ayırt edebildim, ambulansın sesiydi.
yeni kitaplar beni bekliyordu.
ama okuyamadım.
bitense sadece elli dört sayfa.

Çarşamba, Nisan 12, 2006

oyun

hayatın ne kadar hızlı aktığının farkında mıyız?
sabah oldu mu hemen akşam oluyor, akşam oldu mu da sabah…
dönüp duruyor topaç gibi.
geceler gündüzleri kovalıyor, gündüzler geceleri…
pazartesi oldu mu hemen hafta sonu geliyor, yani pazartesi oldu mu başlayacağı yerde bitmiş oluyor hafta..

işte yine akşam olmuş, sihir gibi.
her gün sayfaları doldurup koparıyoruz defterden, an gelecek, boş sayfa da kalmayacak, biz de kendi elimizle doldurduğumuz sayfalarla birlikte toplanıp gideceğiz.
bir tiyatro sahnesindeki oyuncuların rolü bittiğinde çekilmesi gibi biz de çekileceğiz hayat sahnesinden.
hayatta olanlarsa ya bizi alkışlayacak, ya da beğenmeyip oyundaki rolümüzü, susup oturacak.

oyun bittiğinde alkışlanmak için bugün ne yaptın?

Salı, Nisan 11, 2006

tik tak tik tak...

olduğunuz yaştan daha genç mi göstermek istersiniz yoksa gösterdiğiniz yaşta mı olmak istersiniz diye sorsalar herhalde gösterdiğim yaşta olmayı tercih ederdim.
zaten olduğundan daha genç gösteriyorum, önümde tek bir seçenek kalıyor benim.
ama bazı insanların daha genç göstermek için döktükleri bunca para, bunca uğraşı düşündükçe “ ben bu kadarına razıyım, ne gerek dahasına” dediğim çok oluyor.
belki hiçbir zaman genç kalmak için uğraşmayacağım; ama kaybettiğim yaşımı da hiçbir zaman geri alamayacağım.
geri dönüp tüm yaşananları temize çekmek, hataları içinden ayıklayıp yeniden başlamak isterdim.
ve de o yaşlarımın kıymetinin ne kadar büyük olduğunun bilincinde olmak isterdim.

gençlik ne kadar büyük bir nimetse, genç görünmek de hemen ondan sonra gelebilecek büyüklükte bir nimet aslında…
o yüzden hayatımın her saatini boşa geçirmemek gayretiyle yaşıyorum bu hayatta.
bir de becerebilsem hakkıyla…

Pazartesi, Nisan 10, 2006

sobebiyografi II

en beğendiğim huyum... olaylara soğukkanlılıkla yaklaşabilmek.
hiç beğenmediğim huyum... kararsızlık, bir kanalı izlerken aklım ötekilerdedir, acaba diğerlerinde ne var; ya da aynı anda bir çok şehirde yaşayabilir miyim, bir çok meslekle uğraşabilir miyim falan. durum vahim mi doktor?
en sevdiğim yerim... bilmem hiç düşünmedim:)
hiç beğenmediğim yerim... hiç bir yerim!
arabamın markası... araba mı o da ne?
hayalimdeki araba... Seat Altea
en sevdiğim yemek... katıklı ekmek; siz bilmezsiniz, yöreseldir.
hiç sevmediğim yemek... envaiçeşit patlıcan yemeği.
en sevdiğim hayvan... envaitürlü kuş.
en korktuğum hayvan... çiyan; bahçemizde istemediğim kadar var.
kullandığım parfüm... adidas.
her gün mutlaka yaparım... kahve keyfi!
her gün yapmayı ihmal ederim... spor, maalesef.
karanlıktan korkar mıyım... yoo, hatta bayılırım, gece karanlığında evin içinde hayalet gibi gezerim sessiz sessiz; hiç ışık yakmam, tuvalet hariç:)
korkutmayı sever miyim... ona da bayılırım!
giyim tarzım... spor.
asla giymeyeceğim... takım elbise.
cep tel markası... nokia
bilgisayarımın markası... casper
karşı cinste aradığım özellikler... eh tabii ki dürüstlük ve içtenlik.
karşı cinste hoşlandığım tip... sarışın olmasın bi de esmer tenli olmasın yeter.
en beğendiğim oyuncu... Perran Kutman.
benzetildiğim ünlü... çocukken beni Erdal İnönü' ye benzetirlerdi, öyle ki mahalle esnafı beni İnönü diye çağırırdı; ama şimdi kimseye benzetmiyorlar. bende profesör ve doktor tipi varmış, ikisine de çok benziyormuşum.
film çevirmek istediğim bir oyuncu... malumunuz Perran Kutman.
hangi dalda sporcu olmak isterdim... buz pateni, uçarcasına!
yaparım dediğim bi çılgınlık... o kadar çok ki hangisini sayayım, zaten bol bol çılgınlık yaparım, bir gün okula pijamayla gideceğim, şimdilik tasarı aşamasında bu:)
asla yapmam dediğim bir çılgınlık... herkesin ortasında ilan-ı aşk ve benzeri sakil şeyler.
en büyük hayalim... cumhurbaşkanı olmak.

burcu, ipek, teşekkürlerimle.

Cuma, Nisan 07, 2006

şüphe

hayatta, içinde şüpheyi barındırmayacak kadar mükemmel bir insandan söz edilebilir mi?
hayat o kadar bilinmezliklerle dolu ki, insan gibi aciz bir canlının kudreti çoğu şeyi anlamaya yetmiyor.
milyon tuzaklar çevremizde dört dönüyor ama biz bütün acizliğimize rağmen çoğu kez tökezlemeden yolumuza devam ediyoruz.

güneşli bir öğleden sonrası.
alelacele yürüyorum, beş metre öteden genç bir bayan bana sesleniyor. yavaşlıyorum ama durmuyorum.
bana bir arkadaşının annesinin kan kanseri olduğunu, destek olmak için sattığı kalemlerden alıp almayacağını soruyor.
düşünüyorum, acaba doğru mu söylüyor?
aldatan ve aldanan o kadar çok insan var ki.
diyorum ki kendi kendime, doğru ya da yanlış, hayatımızın hangi anında şüpheye yer yok ki şimdi de olmasın?
ne zaman öleceğimizi biliyor muyuz?
bir dakika sonra ölmeyeceğimiz ne malum?

ölmekle yaşamak arasında bir yerdeyiz.

neyin olup neyin olmayacağını bilmiyoruz.
hayatımızı şüpheyle sürdürüyoruz.
bütün bunları kabullenirken neden bunu da kabullenmiyoruz?
neden, bilmesek de o genç bayanın söylediklerine inanıp ona yardım etmiyoruz?
üstelik ne kadar doğru olabileceğini tartıp tahmin edebilecek bir aklımız da var.
aklımız tamam dediyse şüpheye aldırmamazlık edemez miyiz?

tekrar hızlanıyorum, arkamdan bitiremediği cümlesini bitiriyor genç bayan.
ve ben yardım edememenin üzüntüsüyle bütün bunları düşünüyorum.
geri dönmek istiyorum ama şüpheye yenik düşüyorum.
yine de anlattıklarının doğru olduğuna inanmak istiyorum ve de öyle yapıyorum.

Çarşamba, Nisan 05, 2006

sobebiyografi

Einstein'in sobelediği kimdir ve neden?
önce fizikçiler ve tabii ki sonra da insanlık... buluşları bugün fizikçilerin çok işine yaramaktadır ve bütün insanlık da bunlardan faydalanmaktadır elbette.
okuduğumda beni en çok etkileyen kitap?
Nithsche Ağladığında-Irvin Yalom... okumadan önce bana söylemişlerdi etkisini ama inanmamıştım, doğruymuş! harika bir kitap; ama üslubu biraz ağır.
takip ettiğim dergi?
National Geographic, hayat adına ne ararsanız var.
günlük okuduğum gazete?
Hürriyet, gazete adına bana çok şey veriyor.
en yaramaz çocukluk anım?
uzunca bir düşünmem lazım aslında, aklıma gelen ise terzihanenin camını kırıp kaçmam ve anname uykum geldiğini söyleyip uyumam; sanki hiçbir şey olmamış gibi.
televizyon yapımcısı olsam yapmak istediğim program ne olurdu?
sağlık programı yapmak isterdim; telefonla ve elektronik postayla sorular da cevaplanırdı.
ayrıca haber spikeri de olmak isterdim. bu liste uzar gider...

Tarkan, teşekkürlerimle.