Cuma, Mart 31, 2006

bir şarkıdır yaşamak

hayat nedir diye sorarlar ya bazen, yaşamak neye benzer; böyle söylerim bende onlara: hayat bir şarkıdır, içinde benim de, senin de, diğerlerinin de olduğu, bizi bize anlatan bir şarkı.
hani hep denir ya “ bu şarkı bana yazılmış sanki! “ diye, öyledir zaten, kaçımızın hayatı birbirine benzemeyecek kadar uzaktır ki?
hayatımızdaki ortak noktaları bir şarkıda buluşturmuştur ve bize sunmuştur bestekar. ya müzik sözlerin ahengine uymuştur, ya da sözler müziğin ahengine.
ve biz bütün gün hep aynı liriği, aynı melodiyi dilimize dolamış, belki sabahlara kadar susmamışızdır.
belki sonra başka başka şarkılar girmiştir hayatımıza, artık onlardır dilimize dolanan.
hepsi hayatımızdan bir kare sunar bizlere. o kareyi ömür boyu saklar şarkı, acı da olsa tatlı da olsa sakladığı anı, silip atamazsınız onu, söküp alamazsınız ondan.

zaman akıp gider, nice şarkılar geçer hayatımızdan; siz farkında olmadan kare kare saklarsınız ömrünüzün kalıntılarını.
sonra dile gelir şarkı, ya da duyulur sesi bir yerden… alıp götürür sizi o şarkının karelediği zamana, o âna.
iç geçirir, özlem duyarsınız sonra.
acı bile olsa hoş gelir size hissettikleriniz.
çünkü yaşamıyorsunuzdur artık onu, sadece izliyorsunuzdur.

gün gelip de eski bir şarkı götürürse sizi uzaklara, o gün “keşke” dememek için, şimdi bir kez daha bakın hayatın yüzüne… yaşadıklarınıza, sahip olduklarınıza, hatta şu anda bu yazıyı okuduğunuza bile…
işte şimdi o kareleri yaşamak elinizde.
hadi şimdi daha bir keyifle yaşayın bu kareleri.
size bir şans verildiğini, o keşke deyip de tekrar yaşamak istediğiniz ana gönderildiğinizi düşünün.
ve yaşayın hayatı…
doyasıya…

Perşembe, Mart 23, 2006

nergis

haberini aldım.
bahar gelmiş uzaklara. ağaçlar sürgün vermiş, çiçeklerini açmış. toprak yeşile bürünmüş bereketli yağmurlarla. rengarenk çiçekler bezemiş her bir yanı...

nergis çoktan haber vermiş bu anlattıklarımı. soğuk ve yağmurlu kış günlerinde bürümüş toprağı. kokusunu dört bir yana salmış, baharı davet etmiş diyarlara. sonra müjde vermiş herkese, duymuş baharın sesini; geliyorum demiş ona... geliyorum az kaldı.
sonra gelmiş bahar, iyiden iyiye etkisini göstermiş bağlarda bahçelerde. her yer bir renk cümbüşüne dönmüş; kuşlar, arılar, kelebekler çoşkuyla dans ediyormuş her yerde. nergisi aramış binbir çeşit çiçeğin içinde, görüp tanımak istemiş o davetkar kokunun sahibini ama bulamamış. kavuşamamış o güzel kokunun sahibine.
meğer bahar aşıkmış nergise. her yıl kokusunu duyar da icabet edermiş davetine ama hep geç kalırmış. o kadar güzel kokarmış ki nergis, görmediği halde vurulmuş ona. ya bir de görebilseymiş...
güzelliği dilden dile yayılan nergis bu yüzden kaçarmış hep. bahar bir süre daha onu arar sonra o da terk edip gidermiş.
bir daha çağırsın diye nergis onu.

belki bu sefer kavuşmak için...

Cumartesi, Mart 18, 2006

doksan bir yıl önce bugün

pencerenin kenarındayım.
ıslak, yorgun bir hava var dışarıda.
yağmur gidip gelip camları dövüyor, bazen sakinleşiyor, bazen hırçınlaşıyor.
sonra yoruluyor bulutlar, gri renkleri beyaza çalıyor yavaş yavaş, dağılıp parça parça oluyorlar. ama güneşin yüzünü hiç göstermiyorlar.
ben de tıpkı onlar gibi yorgunum bugün, aklım bir gidip bir geliyor.
uzaklara... çok uzaklara...
bundan doksan bir yıl öncesine.
zihnimde canlandırıyorum yedi geminin boğazın soğuk sularına gömülüşünü.
şimdi burada, şu pencerenin önünde oturuyor ve bunları düşünebiliyorsam...
ne yapsam da onlara olan şükranımı sunabilsem diyebiliyorsam...
benim rahatım için kendi rahatlarını terk eden yüz binlerce insan sayesindedir.
ne kadar çalışsam da sizlere olan borcumu ödeyemem, biliyorum.
ama seslerinizi duyabiliyorum, istediğiniz tek şeyin " yeter ki siz rahat edin, yeter ki vatan sağolsun " demek olduğunu da biliyorum.

yağmur yine dövüyor pencerenin camlarını...

Salı, Mart 14, 2006

aslında...

günün ılık bir saatinde iki arkadaş, bu uzak şehrin uzun zamandan beri tanıdıkları sokaklarından birinde loş bir kahve evinde oturmuş çaylarını yudumluyor, eski günleri anımsatan bir şarkı mekanın her köşesini dolduruyordu.
- telefonunu bende unutmuştun ya, o gün baktım cevapsız bir çağrı vardı.
- öyle mi, kimdi?
- sanırım Ahmet' ti.
bu ismi duyunca içini bir hareketlilik kaplıyor, kalbinde bir umutla gelen sevinç beliriyordu şimdi.
- hangi Ahmet, diye sordu telefon rehberindeki iki ayrı Ahmet' i gösterirken, bu muydu yoksa bu mu?
- tam hatırlamıyorum ama sanırım ilk gösterdiğindi.
içindeki sevinç gerisin geriye gidiyordu ama hala bir umut vardı içinde.
- şimdi anlarız, kayıtlara bakalım.
baktı ama gariptir iki Ahmet de yoktu arayan listesinde.
- bilmiyorum, belki de ben yanlış hatırlıyorum, dedi ve bu bahis kapandı.
düşündü, nasıl mutlu olacaktı halbuki, onun aradığını öğrenseydi.
ne kadar olmuştu görüşmeyeli? üç ay, evet tam üç ay olmuştu. en son bir buçuk ay önce telefonda sesini duymuştu. uzaktaydı, çok uzakta. arayamazdı da şu sıralar, sadece bir hafta önce attığı mesaj... ne bir cevap vardı ne de başka bir şey.
kalktılar, hesabı ödediler. tam kapının önüne gelmişlerdi ki telefon çaldı.
ekrandaki isim Ahmet...

küçücük bir şey bile insanı mutlu etmeye yetiyordu bu hayatta. ne kadar basit görünürse görünsün, uzaktaki bir dostunun, arkadaşının, sevdiğin bir insanın sesini duymak, ben mutluyum diyebilmek için yetiyordu aslında.

Perşembe, Mart 09, 2006

görülen ve hissedilen

Çalıkuşu ile lise hazırlık yıllarımda tanışmıştım ben. kitabın kahramanı Feride’ ye aşık olmuştum. aslında aşk değildi tabii, sadece ben öyle zannediyordum. yüzünü görmediğim ama bütün iç dünyasını tanıdığım bu hayali kahramanı neden bu kadar çok sevmiştim acaba? ruhunun derinliklerini en ince ayrıntılarıyla tanıdığım, acılarını, sevinçlerini, mutluluklarını, hayal kırıklıklarını kendisiyle birlikte benim de bildiğim ve hissettiğim için miydi bu sorunun cevabı…

aylardır görüşmediğim bir dostumu bu kadar çok özlemem, onunla geçirdiğim günleri anıp o zaman farkında olmadığım şeyleri şimdi hissetmem; onu özlediğimi fark ettiğimde, aslında ne kadar çok şey yaşadığımızı ve onu ne kadar çok sevdiğimi anlamamdan mı kaynaklanıyordu?
bunları anlamam ve bir gün tekrar buluştuğumuzda farklı bir şekilde onu karşılayıp farklı bir şekilde ona sarılmam, onun elini tutmam, aslında ayrılığın da güzel bir şey olabileceğini, hayattaki hiçbir şeyin; ayrılığın, acının, ölümün… bazen ne kadar da çok işe yarayabileceğini anladıktan sonra boş olmadığını öğrenmemi sağladı benim.
ayrılık güzeldi aslında. görünen gerçeğin ötesinde duygularla buluşmamı sağladı, belki de görünenin değil de hissedilenin daha önemli olduğunu kavrattı bana.
Feride’ ye, bir hayal kahramanına böylesi duygular beslememin açıklaması da buydu galiba.
bunları anlamak bir çok sorunun da cevabını bulmamı sağladı hayatta.
neden arzu ettiğimiz şeye ulaştığımızda, ona ulaşmadan önceki hislerimizin aynısına ulaşamadığımızı anlamamı sağladı.
neden hayal ettiğimiz gibi hissedemeyeceğimizi, hiçbir şeyin hayallerimizdeki gibi tatlı olmadığını anlamamı sağladı.
şundan emindim ki, Feride gerçek olsaydı ve ben ona ulaşsaydım, her şey o anda son bulacaktı ve ben tatlı bir rüyadan uyanır gibi olacaktım.
neden böyleydi peki? neden hiçbir şey hayal ettiğimiz gibi güzel değildi?
cevabı uzun bir ayrılıktan sonra buluştuğum dostuma nasıl farklı, nasıl başka davrandığımda saklıydı.
hayatın böyle olması, anılardan sıyrılıp gerçeğe döndüğümde aslında olanın gördüğümden daha farklı olduğunu fark etmemi sağladı.
önemli olan görünen değildi, hissedilendi. hissedileni anlamam, görüneni değiştirmemi sağladı. aslında dostum olan kişi benim zannettiğimden daha farklı, daha önemliydi benim için.
hissedilen görüneni değiştirmişti…

eğer insanlar hissedileni görünene aktarabilseydi, şimdi dünya çok daha farklı, hayat çok daha tatlı olurdu.
en önemlisi, insan daha çok insan olurdu.

Salı, Mart 07, 2006

dört şıklı kısa biyografi

benim "en" lerim o kadar çoktur ki. oturduğum yerde yapacak bir sürü iş bulabilirim. bu yönümü çok seviyorum ama bazı durumlarda sıkıntı yaratabiliyor, anket doldururken mesela. ben bu işi de çok severim aslında.

.........yaptığınız dört iş...
bu soruyu nereye çeksem oraya gider aslında. en iyisi ben anlamak istediğim gibi anlayayım.
zaten birini söylemişim yukarıda, uzatmaya ne gerek var, geriye kaldı üç.
...okumak... belki çok klişe olabilir ama ne yapayım gerçek bu. aslında çok vakit alıyor diye şikayet ediyorum ama... en iyisi hızlı okuma kursuna falan gitmek.
...gezmek... gezmeyi sevmeyen ya da bu işi yapmayan kaç kişi var acaba? bence yok.
...hızlı yaşamak... kısacık hayatta yapmak istediğim her şeyi yapmak, bu dünyadan gözü açık gitmemek.
.........izlediğim dört dizi...
...Yağmur Zamanı... ismi çok hoşuma gidiyor.
...Aliye... bu dizinin biraz soğuk havası var ama yine de seviyorum.
...Hayat Türküsü... sanırım hiçbir diziye böylesine bağlanmadım ben. bu dizide geçenleri bizzat görüp yaşadığım için herhelde.
...X-Files... tempolu polisiye gerilimler hep hoşuma gitmiştir.
..........defalarca izlemekten bıkmayacağım dört film...
...Yüzüklerin Efendisi 1-2-3... içlerinden favorim " Yüzük Kardeşliği "
...1492 Amerika'nın keşfi... bu filmin üstüne Amerika' nın keşif filmi tanımam, tek kelimeyle muhteşem!
..........yaşadığım dört şehir...
...Antakya, Ankara...
son ikisini geleceğe saklıyorum.
.........tatil için gittiğim dört yer...
...Kuşadası...gittiğimde "burası Türkiye mi?" diye soracak kadar turist gördüğüm ilk tatil beldem.
...Van... göle iyice bakmıştım acaba bir şeyler görebilir miyim diye. yaşadıklarım sıradışıydı.
...Yozgat... küçücük ama çok sevimli, iki saatte yürüyerek şehrin tamamını gezdiğim yer.
...Ürgüp... yüksek bir tepeye çıkıp doyasıya izleyeceğiniz olağanüstülükte.
..........en sevdiğim dört yemek...
...tavuk şinitzel... grip falan vız gelir.
...tavuklu mantar sote... şöyle bol baharatlı, en çok da kekik olmalı. mantar sote dedim, çünkü mantara bayılırım. aslında ismi mantarlı tavuk sote.
...pizza...öyle bir şey ki bir kez yediğimde bir ay kadar yemiyorum, böyle de doyurucu.
...kuru fasulye- pilav... onsuz hayat düşünülemez!
..........şimdi olmak istediğim dört şehir...
...Sydney... bence dört dörtlük, yaşamayı çok ama çok istediğim şehir.
...Valencia... yaşamak istediğim şehirlerden bir tanesi. Akdeniz' den vazgeçemiyorum ben...
...Tokyo... hayatın hızlı aktığı şehir. tam istediğim gibi yani.
...Montreal... ismi gibi soğuk ülke Kanada. gerçi kan deyince aklıma sıcak geliyor ama...

İpek, teşekkürlerimle.

Cuma, Mart 03, 2006

tutku

Ankara' ya günün ilk ışıklarında ulaştım hep. bazen ılık, bazen buz gibi soğuk bir sabahta...
" altı yüz seksen kilometrelik bir yolculuktan sonra başkentimiz Ankara' ya hoşgeldiniz! " diyen bir sesle uyanır, önce ODTU ormanını seyreder, sonra kocaman bir hoşgeldinizle bizi karşılayan Dikmen' in yüksek apartmanlarından tüten beyaz dumanı seyre koyulurum. hava soğuk ama evler sıcacıktır" derim içimden. Ankaralı yeni güne uyanmakta, Başkent hareketlenmeye başlamaktadır yavaş yavaş.
Kızılay' da sabahlar sakin geçer, çok kimse olmaz kaldırımlarda. ama öğlen olmayagörsün, iki kişi yan yana zor yürür.
kimbilir kimler yürümüştür o kaldırımlarda ve diğer kaldırımlarda; Ankara' nın her köşesinde.
Atatürk, İsmet İnönü...
ve kimbilir hangi sahneler yaşanmıştır cadde ve sokaklarında.
insan bunların şuuruyla baktığında etrafına, daha bir başka oluyor Ankara.

soğuk bir günde tanıdım Ankara' yı.
ismi gibi soğuk Ankara, soğukla özdeşleşti ruhumda.
ve hep söylediler bana " Ankara bir tutkudur." diye, inanmadım onlara. ama artık inanıyorum, hem de bütün kalbimle.
bir tutkudur Ankara...
bir kere tutulmayagör, kolay kolay vazgeçemezsin.