Çarşamba, Ekim 25, 2006

pastırma yazı ve bayram

Hava dışarıda o kadar güzel ki, Pazar gününden beri kısa kollarla rahatça dolaşıyor, belki de son sıcakları yaşıyoruz Antakya’da. Buna geceyi de dahil edebiliriz rahatlıkla. Hani pastırma yazı derler ya, işte ta kendisi. Geçen sene Ankara’dan geldiğimde yağmur çoktu, arkadaşlarımla ıslanmıştık bile ama üşümemiştik hiç. Bugün bayramın üçüncü günü ve ben hala kimseyi dolaşmadım. Birinci günü evimize adeta bastıran misafirleri ağırlamakla geçirdik, öyle ki beş ailenin birlikte bahçemizde oturduğunu ve sandalyelerin yetmediğini söyleyebilirim. Ne güzel, böyle dolu dolu bayram geçirmek ayrı bir keyifli oluyor. kimsenin evinden misafir eksik olmasın ve bu bolluk hep sürsün inşallah. İkinci gün, yani dün sokaklarda aylak aylak dolaştık durduk arkadaşlarla. Gece gündüz sokaklar cıvıl cıvıldı, her taraf genç kaynıyordu. mekanlar dolup taşıyordu, acıkmıştık ama muhabbet koyu olunca beklemek fazla sabırsızlandırmadı bizi. Akşam da şehri arşınladık, uzun zamandır profiterol yemiyordum, yemiş oldum. Bugüne gelince, sabahtan beri boş işlerle uğraşıp durdum, şimdi ziyaret zamanı. Çıkıp dostları ziyaret etmek lazım artık. Biraz yorulacağım ama buna değer sanırım. Hem bayram şekeri almak konusunda oldukça hevesliyimdir. Hiç çekinmeden şekerimi istiyorum ben, hem ne var bunda, değil mi? “şekerimiz nerede?” gibisinden bir görgüsüzlük yapmıyorum tabii, şeker verelim dedikleri zaman hemen atlıyorum, o kadar. Ayrı güzel bir tadı oluyor bu şekerin, yoksa markette şekerden, çikolatadan çok ne var?

Neyse, şimdi gitme zamanı. Hava da süper, oh derim, ne derim ki daha fazla.

Cuma, Ekim 13, 2006

...

Bundan beş altı yıl önce lise yılarımızda büyük bir Hugh Grant hayranlığı vardı bizde. Biz dediğim, ben ve dost diye tabir ettiğim üç kız arkadaşımdı. Notting Hill filmiyle başlamıştı hayranlığımız. Yakışıklıydı Hugh, tabii burası beni hiç ilgilendirmiyordu ve aslında kızları da hiç ilgilendirmiyordu. Onu bu kadar sevmemizin nedeni filmdeki muhteşem kişiliğiydi. Küçük bir kasabada yaşayan sıradan biriydi o rolde, sevdiği kadınsa dünyaca ünlü bir yıldız. Ama aşk engel tanımamıştı işte. Ve böylece Hugh hepimizin gönlünü çalmıştı. Kızların romantik prensiydi o, erkeklerin de idolü. Artık her filmini gözlemeye başlamıştık. Fazla sürmemişti zaten bu gözleyiş, bu sefer gönüllerimizin kahramanı Bridget Jones’ Diary ile karşımızdaydı. Hugh bir kez daha fethedecekti kalbimizi, öyle düşünüyorduk. Ama öyle olmamıştı, bu filmde aldatan adamla karşımızdaydı Hugh. Tam bir hayal kırıklığıydı bu bizim için. Romantik prens gitmişti, o iyi kalpli insan şimdi nefsani duygularına aldanacak kadar zayıf karakterli birisi olmuştu. Yaptığının hata olduğunu anlamıştı, her şey yeniden düzelebilirdi ama biz onu affetmemiştik; çünkü artık yeni bir prens vardı karşımızda: Colin Firth. Beyaz atıyla gelmiş, aşkı için savaşmıştı ve Hugh ona yenilmişti. Bizse onu sonuna kadar desteklemiş, film bittiğinde de sevinçle ayrılmıştık koltuklarımızdan.Hugh yenilmişti, biz seviniyorduk ve artık onun değil de Colin’ in filmlerini gözler olmuştuk. Hugh yeni filmi “About a Boy” ile boy gösterdiğindeyse filme gitmemiştik bile. Haberini hevesle söylemiştik birbirimize, kalbimizde eskisi kadar olmasa da bir heyecan kıpırtısı belirmişti.
Yıllar geçti işte, şimdi hala birlikteyiz ama ne Hugh kaldı muhabbetlerimizde, ne de Colin. Ama bir şeyden eminiz ki, biz hala ikisini de çok seviyoruz.
En önemlisi de şu ki, biz hala o eski dostlarız.

Cuma, Ekim 06, 2006

şaka

Büyük bir salondaydık hepimiz. Kimimiz birbirimizi tanıyorduk ama parmakla sayılacak kadar azdık. Meraklı gözlerle herkes birbirini inceliyordu, tabii ben de. Tam karşımda biri oturuyordu ama biraz uzağımdaydı, seçemiyordum yüzünü. Mum gibi olmuş oturuyordu, haline duruşuna bakılırsa uyuzun tekiydi. Çevirdim başımı başka şeylerle ilgilenmeye başladım. Nedendir bilinmez, gözüm yine o tarafa kaydı, ona baktıkça sinirim artıyor, ona karşı içimden hiç de hoş olmayan duygular yükseliyordu. Seçemiyordum gözlerini, sanki bana bakıyordu, böyle düşündükçe iyice sinir oluyordum. Sonunda başka şeylerle ilgilenmeyi başardım. O gece bitmişti, ondan kurtulmuştum ama şimdilik. Başka günlerde ve başka zamanlarda yine çıkıyordu karşıma. Aslında o gece göründüğü gibi hiç de uyuz birisi değildi, uyuz olsa iyiydi, hali ondan daha da beterdi, tam bir fırlamaydı. Her taşın altında çıkıyordu karşıma, o çıktıkça ben daha sinir oluyordum. Ama sonra öyle bir an geldi ki tanıştık onunla. İlk izlenimlerimi hatırlamıyorum ama sonraki izlenimlerim beni büsbütün şaşırttı, kendimle çelişmeye başlıyordum. O gıcık, uyuz, bela insan şimdi tam tersi birsi oluyordu içimde. Hayret ediyordum kendime, nasıl olabildi böyle bir şey diye. Öylesine kaynaştık ki birbirimizle, artık her akşam kahvelerimizi birlikte içiyor, uzun uzun sohbetler ediyorduk. O beni dinliyordu, ben de onu. Gecenin üçüne kadar tiyatro çalışıyorduk, daha doğrusu o çalışıyordu ben de ona yardım ediyordum. Ben Casius oluyordum, o ise Brutus, böylece akıp gidiyordu saatler.
Nefret ettiğim bir insan en iyi, en yakın dostlarımdan birisi olmuştu. Hayat bazen bize ne güzel sürprizler hazırlıyordu. Kötü gibi gözüken ama çok güzel bir şaka gibiydi her şey. Keşke hayat bize hep böyle şakalar yapsaydı.