Pazartesi, Eylül 26, 2005

derin dil meseleleri

sözcükleri yerli yerinde kullanmak, gereksiz sözcükleri cümlelerden arındırmak ve kapalılıktan uzaklaştırmak, insanların günlük hayatta konuşurken kolay kolay yapamayacağı bir iştir. hele de klişe olmuş sözcükleri tamamiyle kullanmamak gibi bir başarı sergilemek bir dil bilimcinin bile yapamayacağı bir iştir. ancak mümkün olduğu kadar bu kalıplardan sıyrılmak bile güzel Türkçe konuşmak için mümkündür.

nedir bu klişe olmuş sözcükler? mesela: kafaya almak, uyuz olmak, köşeyi dönmek, apışıp kalmak, turnayı gözünden vurmak vesaire. zaten çoğu deyimleşmiş olan bu sözcükler yerine kullanılabilecek alternatif sözcükler, konuşulan dili daha özgün bir yapıya kavuşturması yanında kişinin konuştuğu Türkçenin gelişip güzelleşmesinde katkı sağlayacaktır. toplum içerisinde belirli bir eğitim seviyesine gelmiş insanların sosyal ortamda bu tür klişe olmuş sözcüklerle konuşması ne kadar doğrudur? üniversite eğitimi almıştır o insan, belli bir sosyal mevkisi vardır; ciddiyet isteyen bir ortamda "apışıp kalmak" ya da "köşeyi dönmek" gibi bir kelimeyi konuşma içerisinde sarfetmesi böyle yüksek sosyal statüde bulunan bir kişinin kullanması gereken bir sözcük müdür? belki böyle ciddi bir ortamda bu kelime hiç kullanılmayabilir; daha seviyeli ama yine de klişe olmuş ve toplumun hiçbir kesiminin kullanmaması gereken sözcükler de vardır elbette. eğitim seviyesiyle alakalı değildir tabii kullanıp kullanmamak. eğitim ne kadar çok alınırsa kişi o kadar çok dikkate alır bu tür incelikleri; sonuçta eğitim alınan yerlerde belirli bir seviyede Türkçe konuşulur. hiçbir şey bilmese okumasa dahi sadece bu diyaloglar aracılığıyla da varabilir bu sonuca. neticede her şey eğitimle kazanılır, kimse doğuştan eğitimli değildir. üniversitede Türk Dili dersini alan insanlara yıllardır gördüğü ve artık dinlemekten sıkıldığı edebiyat ve dilbilgisi eğitimini vermek yerine kişiyi güzel Türkçe konuşmaya ve sosyal hayatta statüsünü belli edecek üslubunu geliştirmeye yönelik eğitimi vermek daha yerinde ve faydalı bir uygulama olacaktır diye düşünüyorum.

Pazar, Eylül 25, 2005

alışmak

yeni bir bölge, yeni bir şehir, yeni bir iklim; yeni bir semt, yeni bir sokak, yeni bir ev, yeni bir yatak; yeni bir çevre, yeni insanlar, yeni arkadaşlıklar... kısacası yeni bir hayat başlıyor artık benim için. önceleri zor gelen ama artık hızla alıştığım yeni bir düzen. bilmiyorum ne zaman yerine oturacak; ama hiç de kolay olduğu söylenemez; ne benim için, ne de bir başkası için. ama emin olun bu bir gerçek: insan mutlaka alışıyor, her şey kendi kendine gelişip yerleşiyor. yapılması gereken tek şey güçlü olmak ve sabretmek. sonrası malum, hatta inanın çok güzel.

alışmak güzel şey...

Pazartesi, Eylül 12, 2005

Ankara'dan ilk izlenimler

güney yolundan Ankara'ya hiç geldiniz mi bilinmez ama Gölbaşı'nı geçtikten sonra önünüze çam ağaçlarıyla kaplı arazi çıktığında ve o arazinin bittiği yerde birden bire kendinizi Ankara'da bulduğunuzda insan afallamaktan kendini alamıyor. öyle ki arazi tepelik bir yer ve ucunda hiç bir şehir belirtisi yok. meğer o ağaçlarla kaplı tepelerin arkasına gizlenmiş, birden bire karşınıza çıkıp size sürpriz yaparak hoşgeldiniz diyor başkent. ilk manzara yoğun ama akıcı bir trafik ve on-on iki katlı binalar. AŞTİ'ye giderken çapraşık bir manzarayla karşılaşıyorsunuz: önde tek katlı çirkin görünümlü gecekondular, sadece bir iki sıra. onların arkasındaysa modern görünümlü çok katlı apartmanlar. bir büyükşehirde görülebilecek en tezatsı durum olsa gerek.

AŞTİ'den çıkıp metroya bindiğinizde bu teknoloji harikası aracın insan hayatına ne kadar çok kolaylık sağladığını kısa sürede gitmeniz gereken yere vardığınızda anlıyorsunuz. bir büyükşehir için olmazsa olmaz bir taşıt olduğu düşünülebilir; çünkü o kadar çok işinize yarar ki, metro olmazsa Ankara'da yaşamın çekilmez olacağı kanısına varılır. belki iyi olmayan tarafı şudur: evden çık, metroya bin, gideceğin yere ulaş, sonra tekrar metroya bin ve eve dön. yeraltında süren bir yolculuk ve sadece olmak istediğiniz yerleri görebilmek gibi tekdüze bir durum. kısacası hayatın bu çerçevede sürüp gitmesi ve sona ermesi...

Kızılay'dan Ankara'yı keşfe başladığınızda herhalde ilk dikkat çekecek durum kaldırımların çok geniş ve yolların üç gidiş, üç geliş olmak üzere toplam altı şerit olması. bu sebepten dolayı da yoğun olması yanında akıcı bir taşıt ve insan trafiği mevcut. ikinci durumsa birçok köşe başında ve önemli noktalarda beliren ve her biri değişik bir tasarımla yapılmış üst geçitler. birçok şehirde olduğu gibi üst geçitlerin insanlar tarafından kullanılmaması gibi bir durum söz konusu değil.

ilk gezinizi bitirdikten sonra aklınızda kalabilecek izlenimlerden bazıları da şunlar olabilir: temiz ve düzenli sokaklar, sık sık karşınıza çıkan meydan ve kavşaklar, adım başı beliren ve güneşi kapatan gelişmiş ağaçlar, yemyeşil sokaklar, çok katlı dev binalar; oldukça kibar ve güleryüzlü insanlar, insanlardan ürkmeyen ve kaldırımlara doluşan güvercinler...
bir de Büyükşehir Belediyesi'nin belirli yerlerde konuşlanarak taze taze sıkıp şişelemek suretiyle 1 YTL'ye sattığı portakal suları var, eğer seviyorsanız.

Perşembe, Eylül 01, 2005

biber ayı

Sonbaharın ilk ayıdır aslında ama Antakya için yazın son ayıdır Eylül. Burada yaşayan insanlar için sıcak ve zorlu geçecek bir dönemdir. Kimse hüzne kapılmaz yaz bitti, soğuklar başlayacak diye. Tam tersi sıcaktan yakınırlar, bol bol banyo yapar, gün boyu klimalarını açık bırakırlar.

Kışa hazırlık bu ayda başlar yavaş yavaş. Bizim için çok önemli olan ve ismine “biber ayı” dediğimiz ayın günleri aslında çok yorucu geçer. Bu ayda sıcaklık 38 dereceye kadar ulaşır, ev hanımları yıllık salça ve pul biber ihtiyaçları için damlarına, balkonlarına boylu boyunca biberlerini sererler. Bunlar yakıcı güneşte bir güzel suyunu çeker, sonra şehrin her semtinde bulunan biber çeken kişilere götürülür ve bir güzel kıyılır. O esnada yakınlarda bulunmasanız iyi olur; çünkü acı bir koku boğazınızı yakar, gözleriniz çeşme gibi akmaya başlar. Çekme işleminden sonra kışlık pul biberiniz hazır hale gelir.

Biber ayının en zor işi de salça yapmaktır. Pazarlarda boylu boyuna serilerek alıcı bekleyen biberlerden kafanıza uygun olanı seçilir, fiyatla da anlaşıldıktan sonra çuvallarla salça yapılacak yere getirilir. Önce bir güzel yıkanıp temizlenir, sonra da çekme işlemine geçilir. Bunun yapıldığı alet aynı et kıyma makinesi gibidir; ama elektrikli değildir, bilek gücünüzle kolu çevirerek biberleri çekersiniz. Bakmayın öyle kolay göründüğüne, çok yorucudur. Biberler çekirdek ve sapından ayrılıp kıyılır hale getirilir; ki biber çok acı olduğundan buharını solumak suretiyle boğazınızı yakar,ayrıca gözleriniz de kızarır. Ancak işin en acıklı yanı ise ellerdir, eldiven giyersiniz ama kar etmez, sızım sızım sızlarlar. İnanın bu yanış çok kötüdür, bazen dayanılmaz hale gelir, gece yatırmaz sizi. İş bittikten sonra tepsilere yayılıp güneşe çıkarılır, birkaç gün içinde salçanız hazır hale gelir. Çekilen onca zorluğa değer mi bilmem, ama harika lezzette bir salçanız olur. Oh, mis gibi!
İşte biber ayı başladı. Biz hala sıcaklarla boğuşuyor olacağız, ta ki Kasım gelene kadar. Bir de biberler var tabii. Onsuz bir Eylül düşünmek ne mümkün...